Demokrasi̇ler Neden Ve Nasıl Baskı Reji̇mi̇ne Dönüşür -Bu Süreç Nasıl Engellenebi̇li̇r?

‘‘Demokrasi saydam bir sözcüktür, yani sözcüğün anlamı, dildeki ilk anlamına kolaylıkla bağlanabilmektedir. Bu yüzden demokrasiyi sözcük anlamına göre tanımlamak çok kolaydır. Nitekim sözcük anlamına göre demokrasi ‘halk iktidarı’, iktidarın halka ait olması demektir’’.[1] Demokrasi tarihsel bağlamda birçok toplumlarda değişik şekillerde ifade edilmiş ve yaşanmıştır. Farklı kavramlarla ifade edilen demokrasinin sınırları belli olmadığından dolayı birçok toplumda ve farklı çeşitleri ile kendine yaşama alanı bulmuştur. Bu şekilde Antik yunandan günümüze kadar farklı toplumlarda yaşandığı ve anlaşıldığı için demokrasiye belirli bir çerçeve çizmek zor olacaktır. Nitekim Antik yunanda, orta çağda ve günümüz modern demokrasilerinde uygulanmaya çalışılan demokrasi ve ilkeleri yaşamaya çalıştığı dönem itibari ile değişkenlik gösterebilmiştir. Şuan günümüz şartlarında tam manasıyla bir demokrasiden bahsetmesi ve onun bizzat yaşatılması oldukça güçtür. Daha geniş bir ifadeyle halkın kendini yönetmesi olarak ifade ettiğimiz demokrasiye, günümüz penceresinden ve yaşadığımız ülke perspektifinden baktığımızda aslında demokrasinin temel ilkelerinin çokta uygulandığı söylenemez. Demokrasinin kaynağı dediğimiz, demokrasiye en yakın haliyle bildiğimiz antik yunan döneminde dahi halkın tam olarak kendi kendini yönetimi söz konusu olamamıştır. Günümüz modern dönemine baktığımızda birçok devlet kendini demokratik bir ülke olarak ifade etmektedir. Ancak bilmeliyiz ki demokrasi sadece sözde bir ideoloji değildir. Demokrasi, ilkeleri olan hatta olmazsa olmaz ilkeleri olan ve bu ilkelerinin mutlaka uygulanması ve uygulatılması gereken bir ideolojidir. Demokrasi çokça istismar edilmekte olan bir kavramdır. Önemli olan bu kavramın içini doldurabilmektedir. Nitekim önceden de belirttiğimiz gibi birçok devlet kendini demokratik olarak sunmaktadır. Hatta otoriter ve totaliter rejimlerde dahi kıyısından, köşesinden yakaladığı birkaç ilke birkaç görüşle kendini demokratik olarak ifade etmekte ve günümüz dünya siyasetinde kendini demokratik bir ülke olarak gösterebilmektedir. Ancak biz siyaset bilimciler olarak demokrasi ile baskı rejimlerini yani otoriter rejimleri totaliter rejimleri iyi tanımak ve farkını ortaya koymak durumundayız. Bir ülkenin demokratik bir ülke olabilmesi için taşıması gereken vasıfları, ilkeleri ve bu ilkelerden taviz verildiği zaman nasıl bir durum ile karşılaşılacağını bilmeli ve hatta bunu mümkün oldukça bildirmeliyiz. Çünkü demokrasi dediğimiz kavramın küçük, basit birkaç ilkeden ödün verilmesiyle nasıl baskı rejimlerine dönüştüklerini çok net bir şekilde görmekteyiz. Nitekim tarih sayfalarında ve günümüzde birçok ülkede bunun örneklerine şahit olduk ve halende olmaya devam etmekteyiz. Demokrasi kavramının iyi idrak edebilmesi için onun ne olduğunu bilindiği gibi ne olmadığını başka bir deyişle demokrasinin karşıtlarının neler olduğu da bilinmelidir. ‘‘Amaç durum anlamında demokrasi bir siyasi toplumun demokratik olmak için sahip olması gereken özelliklere, yani özgürlüğe, eşitliğe, birey haklarına azınlık haklarına işaret eder’’.[2] Gerçek manada demokrasi yani halkın halk tarafından yönetilmesi, imkansız olan bir ideolojidir. Halkın demokrasiye doğrudan katılması hiçbir zaman mümkün olmayacak ve bu sadece gerçek demokrasi isteyenler için kitaplarda, zihinlerde yer edecek olan bir ütopya olarak kalacaktır. Günümüz modern teknolojileriyle bile siyasi katılım sağlanamamakta ve bu sorun çözülememektedir. Görüşüm odur ki gelecek yıllarda da bu durum çözülemeyecek ve sınırlı, temsili demokrasi ile idare edilmeye devam edilecektir. Demokrasiyi kaybetmenin nedenlerinden bahsedecek olursak ilk olarak ‘halkın siyasete ilgisizliğinden’ başlayabiliriz. Bunu bir bireyin siyasi ilgisizliği ya da siyasi faaliyetlere katılma çekincesi veya gerçekten kendini siyasetten soyutlandırması olarak tanımlayabiliriz. Bu da düşük seçmen katılımına sebep olacağı için demokrasinin sıhhati ve devamı açısından olumsuz bir durum olacaktır. Çünkü demokrasi zaten halk ile halkın yönetimi ile var olacağından dolayı böyle bir durum demokrasinin dejenere edilmesine veya yıkılmasına sebebiyet verecektir. İkinci bir husus ise bireyin siyasi bilgi eksiklidir. Bu hususta birey siyasi hayattan kopuk oluşundan veya siyasi uğraşlardan, sorunlardan uzak kalmak istemesinden dolayı yaşadıkları dönem itibari siyasetten kendini soyutlamakta ve mümkün oldukça kendisini böyle bir alanla meşgul etmek istememektedir. Ancak bizde diyoruz ki siyasetle ilgilenmeyen bireyleri, bireylerle ilgilenmeyen siyasetçiler yönetir. Üçüncü husus ise demokrasinin azınlığın hâkimiyeti elinde olmasıdır. Demokrasilerde egemenlik halkın elinde değil de bir azınlığın veya elit bir tabakanın elinde olursa bu duruma demokrasi demek, pek yerinde olmayacaktır. Egemenliğin sahibi sadece halktır, belirli bir kesimin veya sınıfın egemenliği demokraside söz konusu olamaz. Bir diğer hususta egemenliği halk adına kullanan iktidar sahiplerinin sınırlarının olmamasıdır. Eğer egemenlik halk adına belirli bir zümreye verildiyse mutlaka o zümre siyasi olarak sınırlandırılmalıdır. Yoksa siyasi gücü elinde bulunduran iktidar, gücü halkın yararına kullanacağı gibi halkın zararına da kullanabilme ihtimali vardır. Bunun içindir ki iktidar sahiplerine sınırsız güç vermek demokrasinin sonunu getiren unsurlardan biri olacaktır. Demokratik ülkelerde halk demokrasinin ilkelerine sahip çıkmayarak kendi kişisel sorunları üzerine yoğunlaştığı ve demokrasinin geleceğini umursamadığı zaman demokrasi zayıflamaya başlayacaktır. Aynı şekilde ülkenin bel kemikleri olan sivil toplum kuruluşlarının pasif olduğu veya görüşlerine değer verilmediği ve iktidar gücü ile bu kuruluşların susturulduğu kapatıldığı haklarının kısıtlandığı bir ülkede demokrasiden bahsedilemez. Kısmen de olsa sadece kendi görüşleri ile uyumlu olan kendi tarafından olan sivil toplum kuruluşlarına tolerans tanındığı ya da tamamen tüm sivil toplum kuruluşlarına karşı olunması ve susturulması demokrasinin yaşam sürmesinin önündeki en büyük engellerden biri haline gelir. Bir başka hususa değinecek olursak günümüz modern siyasetinde aktif olarak kullandığımız artık hayatımızın büyük bir kısmını işgal eden kitle iletişim araçlarıdır. Demokratik ülkelerde bireyler veya toplumlar istediği kanalda, radyoda ve ya sosyal medyada görüşlerini dile getirebilmekte yazabilmekte kendini ifade edebilmekte yani görüşünü herkese aktarabilmektedir. Ancak kitle iletişim araçlarının iktidarın tekeline geçmesi muhalif olan her türlü kanal ve görüşlerin önünün kesilmesi ve halka sadece güç sahibi iktidarın söylemlerinin ulaşabilmesi demokrasiyi büyük ölçüde zedelemekte olup demokrasinin doğasına aykırı bir durumdur. Güç sahipleri havuz medyası yöntemi ile ülkede tek bir görüşü yani kendi görüşlerini bütün iletişim araçlarında en yüksek seda ile haykırabilmekteyken karşıt grupların, muhaliflerin görüşlerine mümkün oldukça yer vermemektedirler. Demokrasiler yukarıda da değindiğimiz hususlarda olduğu gibi bizim ince çizgilerimizdir. Bazı demokrasi karşıtı rejimler, bizim demokrasi olarak tanımladığımız ideolojiye o kadar yakındır ki farkında olmadan bir bakmışsınız ki süreç içerisinde demokrasi kavramınız artık bir baskı rejimine dönüşmüştür. Kişinin siyasi alandan kayıtsız kalması veya her şeyin aşırısının zararlı olduğu gibi bir siyasetçiye veya partiye aşırı hayranlığı onu farkına varmadan çizginin dışına çıkarabilmektedir. Demokrasi bizim için en ideal yönetim biçimidir
bunun dışındaki tüm yönetim biçimleri eksiktir, zararlıdır ve bireyin geleceği için tehlikelidir.  Demokrasinin var olabilmesi için birçok şey gerekirken temelde şu dört madde kesinlikle demokrasi için olmazsa olmazdır; Kişi hak ve hürriyetleri, serbest ve özgür seçim, erkler ayrılığı ve özgür basın. Eğer demokrasilerde bunlardan biri veya bir kaçı olmazsa bilinmelidir ki orda artık demokrasiden bahsetmek yersiz olacaktır çünkü artık demokrasi bir otoriter rejime veya totaliter rejime daha geniş bir ifadeyle baskı rejimine dönüşmüş olacaktır.

        Demokrasi yasal ve akılcı otoritenin egemen olduğu bir rejimdir. Ancak tarihsel birçok örneğin gösterdiği gibi dejenere olduğunda kolaylıkla güce dayalı bir rejime dönüşebilir. İktidarı kullanmak için daha önce ikna yöntemi kullanılırken bir süre sonra emir komuta zinciri kullanılmaya başlanabilir veya hukukun yerini iktidar sahiplerinin emrivakileri, oldubittileri alabilir. Yani, demokrasilerin otoriter rejimlere dönüşmeleri mümkündür pratikte de sık sık karşımıza çıkan budur.[3]

Demokrasi halkın seçme özgürlüğü anlamına gelmektedir. Ülkenin geleceğini o ülkede yaşayan çoğunluk belirlemektedir. Bu aşamada Juan Linz’in de demokrasinin olmazsa olmazları için yazdıklarına da yer vermek isabetli olacaktır. Linz demokratik rejimler için şu özellikleri saymaktadır: ‘‘ Liderler arasında serbest yarışmayı gerçekleştirmek üzere dernek kurma, haber alma ve haberleşme temel hürriyetlerinin olması, siyasal tercihlerin serbestçe ifadesinin mümkün olması; düzenli aralıklarla ve zora dayanmayan seçimlerle iktidarın el değiştirmesi ve meşruiyetin sağlanması’’.[4] Bunun zıttı bir durum iste totaliter ve otoriter rejim durumudur. Yazımızda daha önce bahsettiğimiz karşılaştırmalı durumlarda demokrasinin olmazları üzerinde durduk ve kısaca bu ilkelerin olmaması durumunda demokrasinin nasıl rejime dönüşebileceğinden bahsettik. Şimdi bunları daha ayrıntılı bir şekilde demokrasinin totaliter ve otoriter rejimlere dönüşünü birkaç ülke üzerinden daha ayrıntılı bir şekilde ifade etmek konunun anlaşılması açısından daha da faydalı olacaktır. İlk olarak bir otoriter rejim örneği olarak İtaya Faşizminden sonrasında Totaliter bir rejim olan Nazizm’den bahsedelim. İtalya ve Almanya örneklerinde göreceğimiz otoriter ve totaliter rejimlerin ilginç yanı Birinci dünya savaşı sonrasında kurulmuş demokrasiler olmalarıdır.

 

Otoriter Bir Rejime Dönüş Örneği Olarak İtalya Faşizm’i

Faşizm kavramına belirli ve sınırlı bir tanımlama yapılamamakla beraber bu kavramın bir anti- demokratik bir kavram olduğunu ve demokrasi karşıtı bir ideoloji olduğunu bilmekteyiz. Faşizm, devletçiliğin aşırı kullanılması halidir. Faşizmde, demokrasinin tam aksine bireylere değer verilmediği halkın hak ve özgürlüklerinin faşist iktidar nezdinde hiçbir anlamının olmadığı bir dikta yönetimidir. Birinci dünya savaşından sonra İtalya’da ortaya çıkan faşizmin iktidara gelmesi de; savaş esnasında ve savaşın bitiminde ülke içinde yaşanan kargaşalar, ekonomik sıkıntılar, siyasi partilerin halkın isteklerine cevap verememesi ve halkın çektiği maddi ve manevi sorunlar ciddi şekilde etkili olmuştur.  Roger grıffın faşizm tanımlamasıyla ilgili şöyle demektedir, ‘‘ Aslında faşizm, üzerine tartışma konusu olmayan az sayıda saptamalardan biri, faşizmin 1919 Mart’ı ile 1945 arasında Mussolini önderliğindeki siyasal güce verilen isim olduğudur ve bu güç, 1925-1943 arasında İtalya’da kurulan diktatörlük rejiminin resmi ideolojik temeli olmuştur’’.[5] Faşist parti savaş esnasında ki buhranlı dönemden en kazançlı parti olarak çıkmıştır. Mussolinin buhranlı dönemde, halk üzerindeki hitabeti etkili olmuş kısa zamanda sadece kendi taraflarından değil diğer parti seçmenlerinden de bir kurtarıcı olarak görüldüğü için azımsanamayacak şekilde kendine büyük bir taraftar kitlesi toplamıştır. Ancak bu gücü topladıktan sonra demokrasi yönünde adımlar atmak yerine hızlı bir şekilde kendi diktatörlüğünü kurmak üzere adımlar atmaya başlamıştır ve artık demokratik düzen yerini bir baskı rejimine bırakmıştır.  Mussolini iktidara gelişinden sonra diktatörlük için attığı adımlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

Mussolini öncelikle seçim kanununu değiştirmiş ve yeni kanunun çizdiği çerçevede yapılan seçimlerde oy oranını arttırarak iktidarını sağlamlaştırmıştır. Hükümetin kolluk kuvvetlerine verdiği geniş yetkiler sayesinde İtalya’nın bir polis devleti haline gelmesi sağlanmıştır. Basın özgürlüğü ortadan kaldırılmış, kitapların ve süreli yayınların yoğun biçimde sansürlenmesi uygulamasına geçilmiştir. Devletin faşistleştirilmesi sürecinde, 1925 yılının başından 1926 yılının sonuna kadar çeşitli yasalar çıkarılmıştır. Bu çıkarılan yasalar ile hükümete kararname çıkarma konusunda çok geniş yetkiler tanınmış, ayrıca Mussolini, parlamentodan bağımsız sadece Kral’a karşı sorumlu bir lider konumuna gelmiştir. Öte yandan, yasalarda yapılan değişikliklerle bürokrasiye faşist bir kimlik kazandırılmış, yurt dışına göç yasaklanmış, öncesinde göç edenler ise vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Bunlardan başka, faşist rejime karşı suç işleyenleri yargılamak için özel bir mahkeme kurulmuş ve bu suçlular idama mahkûm edilmiştir.[6]

İtalyan faşizminde devlet, aşırı şekilde ön planda tutulmaktadır. Her şey, her birey devlet için çalışmalı ve devlet en güçlü şekilde ayakta tutulmalıdır. Bireysel olarak bir harekete kesinlikle izin verilmemektedir. Birey sadece devlet için var olabilmektedir, devlet var oldukça birey var olacaktır görüşü halka empoze edilmektedir. Devletin tüm gücü imkânları, iletişim kaynakları bu amaç doğrultusunda hizmet vermektedir. Birey adeta devlet için hizmetli vasfı taşımaktadır. Faşizm bireyciliğe karşıdır birey sadece devlete feda edilmiş bir varlıktır ve bireysel özgürlükten bahsetmek yersizdir. Bireysel özgürlüğün olmadığı bir yerde de demokrasiden bahsetmek daha yersiz bir ifadedir. Bireysel özgürlükten söz edemediğimizde artık o ortam bir baskı rejimidir. Mussolini mecliste yaptığı bir konuşmasında devlet, birey ve özgürlüklerle ilgili şu sözleri söylemektedir. ‘‘Gerçekten bir faşist için her şey devlet içindir, devletle vardır ve devlet dışında ne insani, ne ruhi hiçbir değer yoktur. Faşist devlet, milleti teşkilat altına alır, fakat fertlere de yeteri sahayı bırakır. Gereksiz hürriyetleri sınırlar ama esas hürriyetleri korumuştur.’’[7] Yine aynı şekilde faşizmde, yani bir otoriter rejimde demokrasiye aykırı olarak tek parti yönetimi ön plandadır. Tek parti düzeni ile devlet daha iyi bir şekilde kontrol altında tutulabilmekte ve tüm güç tek parti elinde toplanabilmektedir. Böylece muhalif hiçbir görüşe yer verilmemekte ve iktidar parti, devlet içinde tek baskın görüşle halkı idare etmektedir. Bu yönetimde tüm devlet kademelerine faşizm yanlısı kişiler atanarak devlet ve parti kontrolü sağlanmaktadır. Faşist devlet yapısında bireyler hizmetleri ölçüsünde değerlidir, Nitekim böyle bir yapıda bireylerin çıkarları değil devlet kurumlarının çıkarları ön plandadır, bireyler sadece bu kurumlara hizmet için vardır. Artık böyle bir rejimde iktidar partisi devlettir, devlet ise iktidar da olan rejim partisidir dikta yönetimidir. Bu rejimde bireylere farklı görüşler, düşünceler gösterilmemekte, bireylerin düşünceleri devlet kontrolünde tutulmaktadır. Böylece iktidar toplum hayatına da baskın bir şekilde müdahale etmektedir. Tabi bu tek tip görüş, tek tip düşünceyi kitle iletişim araçlarıyla, halka yaptığı propagandalarla ve yoğun baskılarla elinde tutmaktadır. Nitekim böyle bir rejimde zaten kitle iletişim araçları da devletin tek elinde tutulmaktadır. İtalya’da kitle iletişim araçlarıyla sürekli Mussoliniden bahsedilmekte ve sürekli aktif olduğu çalışmakta olduğu vurgusu yapılmaktaydı. Hatta kitle iletişim araçlarına baskı o kadar yoğun bir hale gelmişti ki Mussolinin özel hayatı hakkında yazmak açıklama yapmak daha gülünç bir ifadeyle hastalığından bahsetmek bile yasaktır. Ülke genelinde Mussolinin posterleri yoğun bir şekilde kullanılmaktaydı. Mussolini konuşmalarında ülkenin geleceğine dair çok ciddi ifadelere yer vermekteydi güçlü, disiplinli ve çalışkan bir İtalya’dan bahsedilmekte ve halkta buna inanmaktaydı. İzleyecekleri veya dinleyecekleri iletişim araçlarında farklı bir anti görüşe yer verilmediğinden dolayı halk olarak tek doğrunun, tek çıkar yolun iktidar sahipleri olduğu düşünülmektedir. Zaten savaş sonrasında ciddi bir sıkıntı ortamında ortaya çıkmış olan bu rejim veya lider halk nezdinde bir kurtarıcı olarak görülmekteydi. Sindirilen halkın farklı bir düşünceye sahip olması, sahip olsa bile ifade etmesi beklenemez. İktidar artık demokrasinin, kötü bir yönetim şekli olduğunu en ideal yolun kendi gittikleri yol olduğunu da halka bir şekilde aşılamıştır. İtalyan faşizmi karizmatik, popüler lider özelliği taşımaktadır. Ancak bilinmeli ki ne kadar da Mussolinin ön planda olduğu bir lider anlayışı olsa da Mussolini İtalya’da, Almanya’daki Hitler gibi tek başına lider değildir. Mussolinin her ne kadar geniş yetkileri olan bir lider olsa da arka planda bir kralın ve Mussolinin de içinde bulunduğu faşist partinin olduğu göz ardı edilmemelidir. İtalyan faşizmi bu yönüyle Alman faşizminden ayrılmaktadır. Böylece bu rejime demokrasiye bir nebzede olsa yakın bir rejim diyebiliriz. Ancak temelinde cumhuriyet olan bu ülkenin Mussolini döneminde bir rejime dönüştüğü de unutulmamalıdır. Zaten Mussolini bir konuşmasında açık bir şekilde demokrasiyi de reddetmekte olup nasıl baskı rejimine geçildiğini şu sözleriyle ifade etmektedir:

 

Bugün genel ve demokratik oy yalanını merasimle gömüyoruz. Bugün muhalefet gazeteleri ortadan kaldırıldı. Faşizme muhalif bütün partiler feshedildi. Şimdiden önemli işler başaran bir polis teşkilatı kuruldu. Özel bir mahkeme kuruldu. Sürgün cezası tatbik olundu, sayın baylar! Bu bir terör müdür? Hayır, terör değildir, olsa olsa şiddettir. Terörcülük mü? Asla! Bu, sosyal sağlıktır milli profilaksidir! Bir hekimin, bünyesindeki iltihabı kaldırması gibi, bu unsurlar da sosyal bünyeden kaldırılıyor.[8]

İtalyan faşizminde faşist yönetim Anayasayı kaldırmamıştır. Kral, meclis özetle devlet erkânı bu yönetimde vardır. Ancak uygulama olarak bunlardan bahsetmek mümkün değildir sadece sözde bir devlet yapısı mevcuttur. Bununla birlikte iktidar faşist ulusal meclisi adında bir meclis de kurmuştur. Kral ve yönetim var anayasa kaldırılmamış hepsi yürürlükte ancak bunu uygulayabilecek kimse yok çünkü iktidar bu gücü kendi tekelinde tutuyor sadece sözde bir meclisten bahsetmek mümkün, aynı şekilde yürütme ve yargı alanında da sınırsız yetki yine liderin elindedir. Faşizm de demokrasinin aksine bireysel hürriyet yerine baştaki lidere yani Mussolini’ye itaati, siyasi bir eşitlikten söz etmek yerine tek bir partiyi tek bir lidere, barış dönemi yerine saldırgan bir savaş dönemine dikkat çekmektedir. Faşizmde demokrasinin aksine genellikle ırkçı düşünce hakimdir. Ancak bu düşünce Alman Nazizm’inde çok daha belirgin bir halde yaşama şansı bulmuştur, Almanlar kendi ırklarını en üstün ırk olarak görmüşlerdir. İtalyan faşizminde Alman Nazizm’inde olduğu kadar yoğun bir ırkçılıktan bahsetmek mümkün değildir. İtalya faşizminde üstün ırktan bahsetmek yerine kültürel ırkçılıktan bahsetmek daha doğru olacaktır. Demokrasinin faşişt bir rejime dönüşmesinde ekonomik koşulların etkisi hususuna da değinmek faydalı olacaktır. Bu hususta İtalyan romancısı Moravia şöyle söylemektedir.

Faşizm kitleleri sindirerek onları kayıtsızlaştırarak ayakta durur. Demokrasinin en önemli zaaflarından biri olan, maddi ihtiyaçları karşılanan bireyin siyasete katılmayıp refah düzeyini düşürmeyecek popüler görüşlerden birini sorgulamadan izleme olgusu moravia da burjuva sınıfının kayıtsızlığı olarak ortaya çıkar. Moravia kapitalizmin nasıl içine kapalı, çıkarcı ve doyumsuz bireyler yarattığını faşizmin bu yalnız ve soyut bireyleri, onların tatmin edilememiş duygularını nasıl manipüle ettiğini anlatır. Faşizm bu anlamda tatminsizlerin ideolojisidir. Tatminsizler otoriteye itaat ederler ve sinerler. Faşizm kitleleri sindirir, sindirdiği kitleleri zımni onayı ve korkuları üstünde ayakta durur.[9]

Demokrasi çözülmelerinde en sık karşılaşılan durumlardan birisi de bireylerin maddi ihtiyaçlarıdır. Halkın maddi ihtiyaçları karşılanıyorsa, rahat bir yaşam sürüyorsa kim tarafından yönetildiğinin bir önemi yoktur. Maddi anlamda rahat olan bireylerin siyasi olaylara müdahil olma gibi bir yatkınlığı yoktur, zaten böyle bir şeye ihtiyaç da hissetmemektedir. Bireyler çıkarcı olduğundan dolayı iktidar sahiplerinin ülkeyi nasıl yönettiğine, kimlerin ülkeyi yönettiğine bakmaksızın maddi anlamda kendisini kim rahat ettiriyorsa ona oy verecektir aksi bir durumu düşünmek bile istemezler. Bu konuda bireysel hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasına dahi aldırış etmezler. Çünkü bireyler doyumsuzdur kendisi açısından ve yaşadığı yaşam koşulları açısından kendini en çok rahat ettirecek lider, rejim veya sistem neyse sorgusuz sualsiz onun peşinde gidecektir. Günümüz de rejim olarak yönetilen birçok ülkede bunun örneklerine sıkça rastlamaktayız. Unutulmamalıdır ki bireylerin veya toplumun ekonomik yönden refah seviyesinin yüksek olması o ülkede kusursuz bir demokrasi olduğunu göstermemektedir.

 

Totaliter Bir Rejime Dönüş olarak Alman Nazizm’i

‘‘Totalitarizm, devlet mekanizmasına insan hayatının bütün alanlarına yaygın şekilde müdahale etme olanağı veren, sivil toplumu bütünüyle tahrip eden, devlet mülkiyetini her alana yayan bir sistemdir. Devlet mutlak iktidara (absolute power) sahiptir’’.[10] Daha geniş anlamıyla; iktidarın tek elde yani diktanın elinde olduğu, kendisi dışında hiçbir muhalefet partiye yer verilmediği, kitle iletişim araçlarının iktidar tahakkümünde olduğu veya yoğun bir sansür uygulandığı sürekli hükümet lehine propagandaların yapıldığı, silah veya ordu gücünün hükümetin tekelinde olduğu, Sıkı bir polis teşkilatının olduğu ve uygulandığı, ekonominin genel olarak iktidarın elinde olduğu, Irkçılığa çokça vurgunun yapıldığı, bireyselliğe kesinlikle yer verilmediği neredeyse demokrasi adına hiçbir unsurun bulunmadığı bir baskı rejimidir.      Bu rejime örnek olarak Stalinizm adı altında Rusya’yı Nazizm adı altında da Almanya’yı örnek verebiliriz. Bu rejimin daha iyi anlaşılabilmesi için bir baskı rejimine dönüşen Alman Nazizm’inden bahsetmeye çalışalım.

Bir rejim örneği olan Nazizm de Devletçilik anlayışı hakimdir. Bireyler devlet için vardır, devletin var olması ve devam etmesi için çalışmak zorundadır. Bu rejimde Devlet halk üzerinde kitlesel bir baskınlığa sahiptir. Ama bu baskınlığın nasıl bir baskınlık olduğu her zaman tartışma konusu olmuştur.

Almanların, Hitlerin Gönüllü Cellatları mı oldukları yoksa baskı ve zulmün onları tümüyle hareketsiz hale mi getirdiği tartışmaları günümüzde de devam etmekte olup sonuç olarak toplumsal muhalefetin tümüyle susturulmuş ve denetim altında olması totaliter rejimin asli özelliğidir. Totaliter rejimlerde farklı eğilimlerin, azınlık haklarının sözü edilemez. Hedeflenen, yüce bir davanın peşinde kaynaşmış bir kitledir. Çeşitlilik, çoğulculuk yasadışıdır.[11]

Nazizm de bireylerden devletin geleceği için fedakârlık beklenmektedir. Bireyler devletin devamlılığı için bir araç konumundadır. Bireyler devlet için feda edilebilirler ve birey hakları da bu önemli dava için yok sayılabilir. Bireyden devlet için lidere tam itaati beklenmektedir. Demokrasi de bireyin onuru, özgürlüğü ve hakları en çok dikkat edilen konulardan biriyken rejime dönüşmüş bir ülkede böyle bir özgürlükten ve birey menfaatinden ve haklarından söz edilemez. Demokrasi de kuvvetler ayrılığı ilkesi ile bireyin hak ve özgürlükleri güvence altına alınırken rejime dönüşen Nazi Almanya’sında tek parti ve Führer iktidarı yasama yürütme ve yargı bağımsızlığını kendi tekelinde toplamış ve bireysel hak ve hürriyetlere ciddi manada sınırlama getirmiştir. İktidar sahiplerinin menfaat ve çıkarları için bireyciliğin, bireysel hak ve özgürlüklerin feda edildiği Almanya’da artık anlaşılacağı üzere bir totaliter rejime dönüş izleri görülmektedir.

Totalitarizm demokrasinin çözümü gibi görünür, çoğu zaman bu iddiayı taşıyarak iktidara gelir. İktidarla halk ya da devletle toplum arasındaki kopukluğu giderecek olarak gözükür, ama içinden çıktığı demokrasiyi ters yüz ederek söz konusu kopukluğu yeniden üretir. Devletle toplum, toplumla parti özdeşleşir birey ortadan kalkar. Demokrasi kendini yok edecek bir akımı kendi içinden üretmektedir.[12]

   Totaliter sistemlerin diğer bir problemli tarafı da kitle iletişim araçlarıdır. Totaliter sistemlerde tüm kitle iletişim araçları devlet tahakkümü altındadır. Bu baskıcı sistemde bireyler, devletin tekelinde olan haber kaynaklarından başka bir kaynaktan bilgiye ulaşamazlar. Bu rejimde kitle iletişim araçları devletin resmi yayın organı olma niteliği taşır. Bunun içindir ki devletin dayattığı görüşlerin etkisi altında bireyler gelişirler, yönlendirilirler ve etkilenirler. Bu yönden devlet istediği şekilde fikri olarak bir birey profili oluşturabilir ve yeni bir insan tipi ortaya koyabilir, Yeni oluşmuş bu insan tiplerinde özgür bir düşünce veya farklı bir düşünce bulmak hayli zordur. Bu tip insanlar yönlendirilmeye itaat etmeye meyillidirler sadece liderin yönlendirmeleriyle hareket edebilirler,  birey kendi görüşleriyle hareket edememektedir. Bu yönüyle artık birey robotlaşmıştır, baştaki liderin adamı olmuştur ve onun propagandalarına itaat eder durumdadır. ‘‘Hitler, Almanya’da propagandanın etkisini arttırabilmek ve tüm medya organlarını bir çatı altında toplayabilmek için Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı’nı kurdu. Bakanlığın başına da NSDAP’nin önemli isimlerinden biri olan Dr. Joseph Goebbels getirildi’’.[13] ‘‘Bu açıdan Almanya’daki tüm yayınları, kitle iletişim araçlarını ve basını denetimi altına aldı. Tüm muhalif yayınları ortadan kaldırdı. Böylece, Nazilerin dikta ettiği düşünceler haricinde Almanya’da hiç bir fikrin yaşamasına izin verilmedi’’.[14]  Bu yönüyle Almanya’da Hitler zamanında demokrasiden rejime doğru bir dönüş gerçekleştirilmiştir. Farklı görüşlere, fikirlere ve zihinlere yer verilmeyen bir ortamda demokrasiden bahsetmek mümkün olmamaktadır.

 

Nazizm de bir diğer önemli husus da bu ideolojideki aşırı ırkçılıktır. Alman Nazizm ideolojisinde Yahudilere karşı aşırı bir kin ve nefret duygusu gelişmiştir. Bu ideolojide Almanlar kendilerinin üstün bir ırka sahip olduklarını belirtmektedir, onlara göre Yahudiler kendilerinden alt bir sınıfı oluşturmaktaydı. Almanya’da yaygın olan bu görüşle daha da ileri gidilerek Yahudilerle evlenmek yasaklanabilmekte hatta onların bazı meslekleri icra etmeleri engellenebilinmektedir. Almanlar Yahudileri kendine bir düşman olarak görerek kendi ırklarını kendi ülke vatandaşlarını bir arada tutabileceğine inanıyorlardı. Zaten totaliter rejim özelliklerinden biri olan kendine bir düşman yarat görüşü Nazizm de etkin olarak kullanılmaktaydı ve bu düşman onlar için Yahudiler olmuştu. Bu konuda siyaset bilimci Cengiz Çağla’nın görüşüne yer vermek yerinde olacaktır; ‘‘Totalitarizm varlığını meşru göstermek adına kitlelere muhakkak bir düşman göstermek durumundadır. Bu düşman ırksal, toplumsal ya da ulusal düzeyde seçilmiş olabilir. Nazizm için bu düşman Yahudiler ve Çingenelerdi’’.[15] İnsan haklarının hiçe sayıldığı hangi ırktan olursa olsun zulüm gören bir birey veya grubun olduğu bir ortamda demokrasinin varlığından söz edilemez. Demokrasi de tüm bireyler eşittir ve eşit haklara sahiptir. Eşitliğin ve insan haklarının göz ardı edildiği tek bir ırkın üstünlüğün kabul edildiği bir ideoloji kesinlikle kabul edilemez, böyle bir ideoloji zaten demokrasi ile bağdaşmaz. Bu olsa olsa diktatörlüktür, tiranlıktır kısacası insan alçaklığıdır. İnsanlar dünyaya özgür olarak gelirler ancak böyle bir baskı rejiminin olduğu ortamlarda köleleşirler, alçak görülürler, hiçe sayılırlar. İnsan vicdanının el vermeyeceği aklın kabul etmeyeceği insanların zulüm ve baskı altında olacağı bir ideoloji kabul edilemez. Her insan eşit yaşama hakkına sahiptir aksi iddia edilemez.

 

Demokrasilerde Bir Kurtarıcı Olarak Sivil Toplum

   Demokrasilerin rejime dönüşmemesi ve sürdürülebilirliği için bir kurtarıcı olarak sivil toplumlardan bahsetmek yerinde olacaktır. Bireysellik düşüncesi şuana kadar yıkılan veya dejenere edilen demokrasilerin önünde bir engel olarak duramamıştır. Bu açıdan bizim nazarımızda demokrasilerin devamı ve kontrol altında tutulabilmesi için sivil toplum zorunluluktur. Tocqueville’e göre sivil toplum “Çoğulcu örgütlenmeler sistemi diyebileceğimiz ve ihtiyaçlara çözüm bulabilmek, devletin baskıcı davrandığı durumlarda müdahale edebilmek, demokrasinin korunmasını sağlamak gibi faaliyetleri içeren esasen toplumun kendini korumak adına oluşturduğu bir güvencedir’’[16]. Sivil toplumlar tek başına olmasa da demokrasileri, ideolojileri ayakta tutacak ender güçlerdendir. Çoğunluğun oluşturduğu teşkilatlar, örgütlenmeler demokratik devletlerde vazgeçilmezler arasındadır, Sivil toplumların yaygın olduğu ve özümsendiği toplumlarda demokrasi daha sağlam bir yapıya dönüşür, Tam aksine sivil toplumun arka planda kaldığı bireyselliğin öne çıktığı toplumlarda bir baskı rejimine dönüşme olasılığı daha yüksektir. Yani diyebiliriz ki sivil toplumlar demokratikleşme sürecini sağlamlaştırmaktadır. İktidar sahipleri, sayıları az olan bireyler veya sivil toplumlar üzerinde etkili olabilir onlara baskı yapabilir ve onları kontrol altında tutarak sindirebilir. Ancak sayıca oldukça kalabalık olan, birbirine kenetlenmiş ve aynı görüşü tek bir ağızla haykıran veya savunan topluluklar üzerinde bir kontrol sağlaması oldukça zordur. Onları sindiremezler ve susturamazlar onun içindir ki baskı rejimlerine dönüşmeme hususunda sivil toplumlar oldukça önem arz etmektedir. ‘‘Özerk, çoğulcu bir sivil toplum, iktidarın sınırlanmasının ve dolayısıyla demokrasinin “olmazsa olmaz” koşuludur. Sivil toplum despotizmi önleyici bir araçtır. Siyasal iktidarın baskıcılığının tüm toplumu etki altına almasını önlemek için iktidar “tekellerine” engel olacak sivil örgütlerin oluşturulması gereklidir’’.[17] Sivil toplumlar toplumlarda baskın devlet etkisinin kırılmasını sağlar. Genel olarak insan tatminsiz bir varlık olduğu ve sınır tanımadığı için gücü elinde bulunduran liderler halk üzerinde baskın olmak ve istedikleri her şeyi bir şekilde halka dayatmak ve onları kendi tekelinde tutmak isterler. Liderlerin veya devletlerin eline yetki verildiği oranda güçleneceği bireylerin de hak ve özgürlüklerinin aynı oranda kısıtlanacağı unutulmaması gerekir. Daha öncede bahsettiğimiz gibi insan tatminsiz bir varlıktır. Yetkiler tek kişinin veya bir grubun inisiyatifine bırakıldığında bu inisiyatif bireylere veya halka zül olarak geri dönecektir.  Bu sebepten dolayı sivil toplumlar eğer gerçekten demokrasi yanlısı iseler bulundukları ülkede iktidar üzerinde etkili olmalı ve güçlenmek zorundadırlar.  ‘‘Siyasal iktidarı kontrol eden sivil toplum, hem gücün siyasal iktidar tarafından baskıcı bir biçimde kullanılmasını sınırlandırır, hem de baskıcı siyasal iktidara karşı muhalefeti örgütleyerek, demokratik olmayan rejimlerin meşruluğunu zayıflatır’’.[18] Siyasetle ilgilenmek sadece siyasetçilerin işi değildir. Siyasi meydanları sadece siyasilerin eline bırakmak demokrasinin geleceği için tehlike oluşturmaktadır. Bireyselliğin ön planda olduğu toplumlarda siyasi iktidarı elinde bulunduranlar halkın geleceğini, devletin geleceğini düşünmeden halk aleyhinde adımlar atabilir. Bireyselliğin ön planda olduğu bir yerde toplumsal bir tepki verilemeyeceğinden dolayı halk sindirilebilir ve yapılan yanlışlara tepkisiz kalabilir tepkisiz kalmasa bile sesini duyuramayacağından dolayı etkisiz kalabilir. Sivil toplumlar bir ülkedeki adaletsizliği, yargısız infazları, hükümetin keyfi davranışlarını duyurabilir ve kamuoyu oluşturarak hükümetin veya liderin geri adım atmasını sağlayabilir. Ancak dediğimiz gibi bu tepkiler çoğunluklar aracılığı ile olmalıdır. Bireysel ya da küçük bir grup tarafından yapılan tepkiler arsızlaşmış devlet için bir anlam ifade etmeyecektir. Kendi ülkemiz adına da birkaç kelime edecek olursak hükümetin keyfi davranışlarıyla toplumun her kesiminden görevinden uzaklaştırılan onlarca insan bulunmaktadır. Üniversite kadrolarında bulunan onlarca öncü insan, yani bilim insanı dediğimiz insanlar bu toplumun sessizliği sebebiyle mesleklerinden görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Kamuoyu oluşturulamayan sivil toplumların etkin olamadığı bu ülkede yüzlerce, binlerce masum insan sorgusuz sualsiz görevinden uzaklaştırılmıştır. Aslında kendi adımıza görüyoruz ki bizde artık bir otoriter devlet olma yolunda emin adımlarla yol almaktayız. Son söz olarak, SİYASETLE İLGİLENMEYEN BİREYLERİ, BİREYLERLE İLGİLENMEYEN SİYASETÇİLER YÖNETİR!

 

 

[1] Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, çev. Tunçer Karamustafaoğlu, Mehmet Turhan (İstanbul: Sentez Yayınları, 2014),  23.

[2]  Atilla Yayla, Siyaset Bilimi, 2 bs. (Ankara: Adres Yayınları, 2015), 145.

[3] Cengiz Çağla, Merak Edenler İçin Demokrasi, 1 bs. (İstanbul: Bilge Kültür Sanat yayıncılık, 2015), 183.

[4] Juan J. Linz, Totaliter Ve Otoriter Rejimler, çev. Ergun Özbudun (Ankara: Liberte Yayınları, 2008) 23.

[5] Roger Grıffın, Faşizmin Doğası, çev. Ali Selman ( İstanbul: İletişim Yayınları, 2014) 21.

[6] Giampiero Carocci, Faşizmin Tarihi, çev. Muhittin Yılmaz ( İstanbul: Remzi Kitabevi,1965) 35-36.

[7]  Ahmet Kazancıoğlu, Dostları Ve Düşmanları İle Demokrasi, 1 bs. (İstanbul: Fazilet Ve Demokrasi Vakfı Yayını,1999), 352.

 

[8] A.g.e. , 352.

[9] Çağla, Merak Edenler İçin Demokrasi, 189.

[10] Atilla Yayla, Liberal Bakışlar, 1 bs. (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1993), 3.

[11] Hannah Arendt, vd. , Sivil İtaatsizlik, , çev. Yakup Çoşar ( İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013), 21.

[12] Çağla, Merak Edenler İçin Demokrasi, 192.

[13] Huriye Kuruoğlu, Propaganda ve Özgürlük Aracı Olarak Radyo, 1 bs. (Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, 2006), 21.

[14] Caner Çakı, ‘‘Antisemist Mitlerin inşasında Nazi Propagandasının Rolü’’, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.9, S.17 (2019): 206-207

[15] Çağla, Merak Edenler İçin Demokrasi, 190.

[16] Mehmet Yetiş, “Tocqueville, Demokratik Devrim ve Sivil Toplum”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Gelişme ve Toplum Araştırmaları Merkezi Tartışma Metinleri, No.87, (Ekim 2005), 14.

[17] John Keane, Sivil Toplum ve Devlet, Çev. Mehmet Küçük, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1993), 81-82.

[18] Gülgün Tosun,  ‘‘Demokratikleşme Sürecinde Devlet Sivil Toplum İlişkisi ve Türkiye Örneği’’  (Yayınlanmamış Doktora Tezi. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998 ), 126.

 

<style>
.entry-content {<br />
text-align:justify;<br />
}<br />
</style>

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu