Eğitim ve Varlık İlişkisi Üzerine

Varlık, insanın hakikat arama yolculuğunun en temel sorusu ve yolculuğunun hem başlangıcı hem de nihai noktasıdır. Varlığın ne olduğu, mahiyeti ve özü ile ilgili sorular eski Yunan’dan İslam düşünce geleneğinin ilk dönemlerine, klasik dönemden modern felsefe çalışmaları dönemine kadar cevabı aranmış en temel sorudur. Aslında insanın kendi varlığını kavraması, kendini bilmesi, varlığına ilişkin bağlamları idrak etmesi, kendisi dışındaki nesnelere karşı idrak geliştirmesi, varlığa ilişkin sahih bir bilgiye sahip olması yahut varlıkla sahici bir irtibat kurmasıyla ilişkilidir. Yani insanın kendi varlığının tahakkuku varlıkla kurduğu irtibatla ilişkilidir. O halde eğitimin gayesiyle de doğrudan ilişkilidir.

İslam düşünce geleneği, kadim bir miras olan Eski Yunan felsefe geleneğinin, Aristotelesçiliğin ve hatta yeni yorumu sayılabilecek Yeni Eflatunculuğun bir devamıdır. İslam filozof ve düşünürleri bu geleneği en iyi biçimde tevarüsle edinmiş ve muhteşem bir özgünlükle kendi birikimine dönüştürmüştür. Bu gelenek bir yönüyle insanlığın düşünme, zihni çaba ve bilgi üretiminin süregelen tarihidir. Bu da, İslam düşünce geleneği olmaksızın düşünce tarihi yazmanın mümkün olmadığı anlamına gelmektedir. Diğer bir yönüyle de İslam düşünce geleneği, kelam ve tasavvuf ekolleri bize kalan en kıymetli mirastır. İnsanlığın düşünce mirasının devamı olan bu miras bizim geleceğe dair düşünme, yeniden inşa ve zihni çabalarımızın olmazsa olmaz kaynağını oluşturmaktadır. Geleceğe dair bir vizyon ortaya koymanın ön şartı bu geleneğin bilinmesidir.

İslam düşünce geleneğinin ve felsefe birikiminin bilinmesi iki açıdan önemlidir. Birincisi, insanlık tarihindeki düşünsel bütünlüğü anlamaya ve sürdürmeye imkân sunmaktadır. İkincisi, bugün eğitimden siyasete, mimariden matematiğe, sanattan edebiyata her alana tesir edecek bütünlükçü ve güçlü bir ontoloji kurmanın yolu geçmiş mirasın ve düşünce tarihindeki kırılma ve dönüşümlerin bilinmesiyle mümkündür.

Herhangi bir insanın veya insan grubunun/topluluğunun mevcudattaki yeri nasıl bir eğitim aldığına bağlıdır.

Bu anlamda eğitim ve varlık felsefesi arasında güçlü bir bağlantı bulunmaktadır. Eğitim varlık, bilgi ve yöntem gibi en temel soruları sormayı, bu kavramların kapsamlı biçimde ortaya konulmasını gerekli kılmakta. Böylece varlık-insan-bilgi temelinde eğitimi inşa edecek büyük bir düşünme ve çalışma alanı ortaya çıkarmaktadır. Birkaç yüzyıldır, kaybettiğimiz bütüncül ve her geçen gün birçok yönüyle sorunları artan eğitim sisteminin yeniden doğru bir varlık ve bilgi anlayışı çerçevesinde geçerli bir yönteme kavuşmasını sağlamak zorundayız.

Bugün dünyada karşı karşıya kaldığımız küresel sistem, bilgi ve insan tasavvuru, mekân ve zaman algısı, siyasal yapılar hepsi birer ontolojik arka plan barındırmaktadır. İnsanla olan bağımız, eşya ile irtibatımız, yaratıcı ile olan bağımız, tabiatla olan ilişkimiz bir varlık anlayışına göre ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, insanın Allah, eşya ve tabiat ile arasında sahih ve sahici bağ kurma sorunu, bizi kuşatan bilgimizi, idrakimizi, ahlakımızı ve dış dünyayla ilgili tüm tavrımızı belirleyen mevcut ontolojiyi oluşturmaktadır. Özünde eğitim insanla alakalıdır ve insan, varlığın zübdesidir. Eğitim, insanın varlığını sürdürmesinin ön şartıdır. Eğitim olmadan insanın varlığını muhafaza etmesi mümkün değildir. Dolayısı ile insanın bir şekilde eğitilmesi, onun varlığını sürdürmesi için vazgeçilmedir. İnsan, eğitim yoluyla mevcudat içerisindeki yerini elde eder. Dolayısı ile herhangi bir insanın veya insan grubunun/topluluğunun mevcudattaki yeri nasıl bir eğitim aldığına bağlıdır.

Varlık, sonu olmakla birlikte sınırsız olan mevcudatın müşterek cihetidir. Hakkında doğru veya yanlış olarak nitelenebilecek şekilde konuşabileceğimiz, mevcut demektir. İnsan her ne kadar ilk bakışta mevcutlardan birisi olsa da diğer varlıklardan farklı olarak, bütün bir varlığın benzeri şekilde sınırsız imkânların taşıyıcısıdır. Eğitim sınırsız (sonsuz değil!) imkânların taşıyıcısı olan insanın, verili şartlarda imkânlarını fark ederek, bunları inkişaf ettirmesini sağlayan, insanlar tarafından insanlar üzerinde yürütülen ve yürütmenin bizzat kendisinin de bir imkân olarak, mevcuda eklemlendiği bir faaliyet sürecini ifade eder. Varlığın insanda insanın da varlıkta zuhurunun sistematik halidir. Eğitim birey bazında ele alındığında her bir ferdin varlığını sürdürmesini sağlamanın ötesinde, kendinde olanı keşfederek ortaya çıkarması ve bu yolda karşısına çıkan meseleleri çözümlerken ihtiyaç duyduğu donanımı kazandırma sürecidir. Toplumun eğitimi ise toplumun birbirine benzer şekilde varlığını sürdürmesinin ötesinde, yine bireye özgü keşif sürecine benzer olarak tüm fertlerin, her birinin kendi verili imkânları çerçevesinde diğerleri ile iş ve söz birliği içinde yaşaması için gerekli donanımları kazandırma süreci olarak tanımlanabilir. Bunu biz kısaca toplumların kendi meselelerini halletmeleri için gerekli bilgi ve becerileri kazanma süreci olarak da ifade edebiliriz.

Nasıl bir eğitim sorusunun cevabını, insanın kesb ederek iştirak edeceği konumun mekânı olarak mevcudatın düzeni hakkında bir tasavvur oluşturmadan vermek mümkün değildir; bu bizim öncelikli olarak bir varlık tasnifi yapmamızı iktiza etmektedir.

Varlık Tasnifi

Mevcudat, insan fiili olan ve olmayan olarak iki kısma ayrılmaktadır.

Mevcut olan her şey varlığını, varlığı zorunlu olandan alır. Varlığı zorunlu olan varlığa, mutlak zorunlu varlık denmektedir. Mutlak zorunlu varlık, zatında insan idrakinin ötesindedir. Vahid/Bir olandan çok’un nasıl çıktığı farklı modellerle açıklanabilir. Bunun bir tane ve belki nihai açıklamasını yapmak insanlığın önünde duran en önemli vazifelerden birisi olsa gerek. Ancak mevcut şartlarda bu soruya verilmiş cevaplarlar arasından makul bir veya birkaç model ile iktifa ederek, meselelerimizi nerede karşımıza çıkıyorsa orada halletmek için çalışmak durumundayız.

Mutlak Varlık’ın kendisi, insanın sırf aklıyla bilemeyeceği varlıklar/gayb, mesela ölüm sonrası hakkında insanları bilgilendiren, insanlar ile zat arasında bir irtibat imkanı olan bir ara ve aracı varlık mertebesi olduğunu ve bu mertebeyi temsil eden insanların/peygamberlerin, diğer insanlar arasında bir temessül ve imtisal için bir misal/normatif bir zemin teşkil ederek, insanlar arasında iş ve söz birliğine esas teşkil etmeleri, onları da, itibari zorunlu sınıfının bir kategorisi olarak görmemizi gerektirmektedir.

İnsan fiili olan da olmayan da Mutlak Zorunlu Varlık’la irtibatlı olmakla birlikte, kendinde mümkün, tahakkuk edinceye kadar muhtemel, tahakkuk ederken gerçek ve gerçekleştikten sonra, itibari zorunludur.

İnsan fiili olmayan varlıklar, mevcudiyetlerini insanlara medyun olmasalar da onların varlığının manası, insan fiilleri ve insanların fiillerinden oluşan/insanların oluşturduğu varlıklar ve düzenekler ile irtibatı içinde zuhur eder. En basit misal, petrol üzerinden verilebilir. Petrol , kaynağında, neyse o olarak bulunduğu müddet, sadece bir şeydir ve bir manasının olup olmadığından bahsedilemez. Ancak insanlar petrolü enerji kaynağı olarak kullanmaya başladığında, petrolün manası enerji kaynağı olarak zuhur eder. Ama aynı zamanda petrol kullanıldığında ortaya atık çıkarır ve bu atıklar insanların hayatındaki yeni konumlarına bağlı olarak yeni bir mana kazanır. Bu durum sınırsız bir şekilde devam eder.

İnsan fiili olan varlıklar da bizim yaptıklarımız ile bizden öncekilerin yaptıkları şeklinde iki kısma ayrılır. Bizden öncekilerin yaptıkları, şu anda yaşayanların yaptıklarından ayırt edilerek, onları da “bizim yapmadıklarımız” kısmına dahil edebiliriz. Mesela dil, kökenini belirlemekte zorlandığımız ancak her halükârda bizim konuşmamızı ve insan olarak varoluşumuzu mümkün kılan, dolayısıyla üstlenerek etkin kıldığımız, kendisine bağlı olarak muktedir olduğumuz “bizim yapmadıklarımız”ın en önemli misalidir. İnsan fiili olan varlıkların en önemli özelliği insanlar onları “yapmadıkları” sürece onların “olmayışları”dır. Bizden öncekilerin veya bizim dışımızdakilerin yaptıklarının varlıklarını muhafaza edebilmeleri bizim onları tekrar tekrar “yapmamız”a bağlıdır. Bu durum yapabilmeyi, yapmayı bilme haline getirerek, olma ile bilme ve bilme ile mevcudiyet arasında bir geçiş oluşturur. Bu durum bizi varlıkları bu cihetten daha farklı bir tasnife tabi tutmamıza imkân sağlar. Bu durum aynı zamanda eğitimin varlıkla irtibatı açısından önem arz etmektedir.

Varlıklar bilfiil ve bilkuvve olarak birbirinden ayrılmaktadır. Bilkuvve varlıklar, mevcut insanların ve onların fiilleri ile ortaya çıkmış olan (fabrikalardan devletlere ve devletler arası oluşumlara kadar) sistemlerin becerileri olarak, bir adım sonrasında bilfiil varlıkları olarak mevcuttur.

En genel manası ile mevcudatı, onların bize kendilerini sunum ve mevcudiyet tarzlarını dikkate alarak dört kısma ayırabiliriz. Bunlar kısaca;

Dışarıda varlık/bulunuş,
Zihinde varlık/bulunuş,
Dilde varlık/bulunuş,
Yazıda varlık/bulunuş olarak ifade edilebilir.

Bunların her birisinin varoluş şekli farklı olduğu için bilme yolu da farklıdır. Ancak hepsinin müşterek olan tarafı intersubjektif bir müzakere mevzusu olabilmeleri için her halükârda “dile” getirilmeleri gerektiğidir. Dile getiremediğinizi konuşamazsınız. Konuşamadığınız bilgi olmaz, bilgi olmayanın bilimi de olmaz.

Ayni varlık mertebesinde fizik kadar fıkıh da dolayısı ile madde kadar insan, insanın da bedeni kadar fiilleri de bulunmaktadır. Buna göre insanın hükme konu olan bütün fiilleri, fizik ve kimya, hatta biyoloji ve astronominin mevzusunu teşkil eden bütün mevcudat, ayni varlık kategorisine dahildir.

Varlığı İfade Etme Yöntemleri

Varlıklar farklı biçimlerde yer alırlar. Zihinde varlık, kısaca mantık ve matematik ve onlarla ilgili bütün alanları ihtiva eder. Dilde varlık, dile gelmiş olduğu haliyle, mevcudatın temsili bir şekilde veya temsilleri üzerinden mevcudat yanında, madumatı(yokluğu) da ihtiva etmektedir. Dilde varlık, mevcut ve madum, bütün malumu ifade eder. Tarih kadar edebiyat, bilim kadar siyaset de dile getirildiği kadar ve ifade edildiği şekilde dilde mevcut olmaya devam eder. Ayrıca ayni olarak mevcut olmayan, fakat mevcut olması düşünülebilir olan da dilde varlık kazanabilir.

Yazıda varlık, aslında, ayni, zihni ve lisani olarak mevcut olanın fiziki işaretler üzerinden, fiziki dünyanın bir parçası olmayan bir mertebede temsil edilmesi anlamına gelir. Yazıda varlık, bütün varlık mertebelerinin imkânlarını içinde taşıdığı gibi daha fazlasını da ihtiva eder. Nitekim kendisi kendi başına, diğer varlık mertebeleri ile irtibatlı ve belli ölçüde onlara bağlı, hatta bağımlı olmakla birlikte, tedrici bir şekilde bağımlılığının azaldığı ve neredeyse hiç görülmeyeceği kadar inceldiği bir şekilde onlara bağlıdır. Bu yönden ilk bakışta tamamen müstakil bir varlık mertebesi gibi gözükmektedir. Ancak bu varlık mertebelerinin hiç birisi müstakil ve mutlak değildir. Her birisi, en az bir itibarla zuhur etmekte ve bu itibarla varlığa gelmekte/zuhur etmektedir. Günümüzde yazıda varlığın en etkin olduğu alanlardan biri  imajlar/resimler üzerinden etkin olan sinema/televizyon diğeriyse yazılımlarla oluşturulan sanal/görsel yapılardır. Bunların da en önemli örneği, internet ve bilgisayar kullanımıyla bağlanılan oyun da dahil her türlü yazılımdır.

Bu alanda özelikle sınırların zorlandığı mühim cihetlerden birisi, yapay zekâdır. Yapay zekâ, bütün varlık mertebelerini telif ve tevhid ederek yepyeni imkânları içinde taşıyan bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle olunca, varlık tasnifi yapılırken, yeni araçlar da dikkate alınabilir.

Bütün varlıklar ve varlık mertebelerinde, insan eliyle yapılmış olan ile verili olan ayrımını yapmak mümkün, hatta gereklidir. Misal olarak, zihni varlık alanında mantık ve matematikle geliştirilmiş olan ne varsa, veri olarak bizi öncelemekte ve bu veriler zemininde insanoğlu varlığını sürdürmekte.

Dolayısı ile verili olanın bilgisinden yola çıkarak hareket etmek eğitimin olmazsa olmazıdır. Verili olan keşfedilmeden, inkişaf ettirilemez. Eğitim bilgiye dayalı becerileri ihtiva ettiği için meselenin bilgi ile alakalı boyutunu da burada kısaca ele almamız gerekmektedir.

Bilgi ve Eğitim

İnsanın bilgisinin mütealliki, keşfedilerek inkişafı cihetinden, kendisinin de bir parçası olduğu mevcudattır. Bu müteallikat, tayin ve tahdit edildiğinde mevzu haline gelir. İnsan bilgisinin çerçevesi en az bir cihetten tayin ve tahdit edilmiş bir mevcudattır. Ancak insanın bilmesini sağlayan ilgi ciheti, inkişaf amacıyla keşf olduğu için, insanın mevcudiyeti münfail bir üstlenme yoluyla olmayıp, faal bir iştiraktir. İnsan keşif sürecinde aynı zamanda mevcudat içinde kendi yerini iktisab eder/kazanır.

Eğitim fertlerin kendi kültürünü ve kültürü üzerinden (buna kendisine ilk elden verilmiş olan da diyebiliriz) bütün insanlık kültürünü inkişaf ettirerek irtibatlandırdığında gayesine ulaşmış olur. Kültürün -bütün katmanları ile hayat- kendisi üzerinde varlığın devam ettiği ve varlığın devamı esnasında bileşenlerinin inkişaf ettirildiği dikkate alındığında, mensuplarının farkındalıklarının farklı mertebelerde ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Farkındalıklar, insanın doğumu ile başlar, adım adım derinlik ve yaygınlık kazanır.  Bu yaygınlığı biz kısaca bildiklerimiz, bilinenler ve bilimler olarak tasnif edebiliriz. Burada “biz” ile kast edilen hem tek tek şahıslar, hem bu şahısların belirli aidiyetlerle bir arada bulunarak oluşturdukları toplum/lar, hem de insanlar tarafından oluşturulmuş ve insanları bir “unsur” olarak yeniden tanımlayarak onlara fonksiyonlar yükleyen formel yapılardır.

Neyi Biliyoruz: Bildiklerimiz, Bilinenler ve Bilim

Bilgi söz konusu olduğunda tek tek insanların, toplumların ve formel yapıların “bildikleri” ile insanlığın bildiğini kademe kademe ayırabiliriz. Diğer taraftan bilgileri de teorik ve pratik olarak ayırabiliriz. Bunlara ek olarak ne teorik ne de pratik olarak kabul edemeyeceğimiz sınır durumları ve dolayısı ile tekillikler üzerinden yeni açılan alanları da buna ekleyebiliriz.

Eğitim sistemi bir toplumun varlığını sürdürmesi için veya varlığını sürdürürken gereken bilgi ve beceri ile ilgili bütün ihtiyaçlarının makul bir şekilde karşılandığı faaliyetler bütününü isimlendirir.

Bu çerçevede bir toplumun mensuplarının eğitiminin, farklı irtibat ilişkileri içinde, varoluşunu taşıyan bilgi ve becerilerin temyiz edilerek tayin edilmesi ve bunun da tayin edilenin sadece muhafazası için değil, inkişafı yönünde etkin kılınması için yapılması gerekmektedir.

İnkişaf iki şekilde olabilmektedir: bunlardan birincisi kabaca kendiliğinden denilebilecek bir şekilde gerçekleşmektedir. İkincisi ise farklı yöntemlerle mevcut üzerinde yapılan tasarruflara bağlı olarak, burada bulunan imkânların gerçekleştirilmesi şeklinde olmaktadır.

Bunların olabilmesi için öncelikle bildiklerimizin neler olduğunun tespit edilmesi zorunludur.

Bundan sonra ve bununla birlikte bütün insanlığın neleri bildiklerinin tespiti yapılmalıdır.

Son olarak bilimlerin, bizim bildiklerimiz ve bilinenlere göre konumunu belirlemek ve bu çerçevede bizi neyin nereye kadar ilgilendirdiğinde hareketle yapmak önem arz etmektedir.

Bizi neyin nereye kadar ilgilendirdiği ise farklı itibarlarla farklı şekillerde cevaplanması gereken bir sorudur:

Ana sınıfındaki bir çocuğun bilmesi gereken/onu ilgilendiren ile ilkokuldaki, ilkokuldaki ile ortaokuldaki, ortaokuldaki ile lisedekini de farklı itibarlarla ayırarak, bunların neleri bilmesi gerektiği sorularını cevaplamak gerekmektedir.

Bunun ötesinde üniversite ve sonrasındaki enstitü ve araştırma merkezlerinin ilgi ve bilgi cihetlerini, neleri biliyoruz, neler biliniyor; bunlardan bizi derece derece ne nereye kadar ilgilendiriyor sorularını, birey, devlet, toplum, ümmet ve insanlık perspektifinden cevaplamak ve bu cihetlerin her birisinin eğitimin her aşaması ile irtibatını kurmak zorunludur.

Her bir fert biricik ve bir tane olmakla birlikte bir ailenin parçası olarak var olur; her aile bir ve biricik olmakla birlikte bir sülalenin ve mahallenin parçasıdır. Bu durum aşama aşama her bir ferdi insanlığın parçası olarak ve hatta öldükten sonra da varlığını sürdürecek, ebedi hayatı olan bir varlık olarak düşünmek zorunludur.

Sanat alanı kendi başına önem arz etmektedir. Spordan askeri alanlara kadar bütün alanlar, mevcuttur, bu haliyle bilgi ve eğitimin konusudur. Her bir alanı, bütün içerisindeki konumunun ona yüklediği gaye kapsamında, birbiri ile irtibat içerisinde eğitimin ilgi alanına girerler.

İnsanı var etme, millet olma, medeniyet kurma gibi tarih sahnesine çıkışları ifade eden bu düşünüş biçimi, her zaman teorik olarak bir metafizik düşünce ve millet idealine pratik olarak bir eğitim sistemine taalluk eder.

Ülkemiz uzun kopuşlar, unutmalar, ara vermeler ardından yeniden bütün tarihi birikimi sırtlanarak ve bütün bir mevcut durumun idraki içerisinde kendini var etmek, millet olma, medeniyet kurma ve insanlık için yeni bir çıkış kapısı olmak adına tarih sahnesine çıkmaktadır.

Uzun aradan sonra, insanımız hem kendine güvenini hem milletine güvenini tazelemiştir. Kendisinin, tarihinin, medeniyetinin idrakine varmıştır. Bir medeniyet iddiası için başlangıç noktası kabul edebileceğimiz bu sosyolojik durumun bir medeniyete dönüşmesi, tarih kuran bir millet ortaya çıkarması varlık iddiası olan insanlardan, yetişmiş kadrolardan, sanat, estetik, müzik, bilim ve teknolojide güçlü olmaktan geçmektedir. İşte bütün bunlar bize bir şeyi dayatmaktadır. Yarım asırdır kalkınma planlarımızın tamamlanamayışı, bütüncül bir var oluş ortaya koyamayışımız bize “yeni bir eğitim anlayışını” dayatmaktadır.

Kültürel hüzün içerisinde tarihe saplanmak gibi bir hataya, formlar ve taklitlerle modernleşme planlarına takılamayız. Kendi varlığını ortaya koymuş bir millet olarak özgüven içerisinde batıda ve doğuda ne varsa, geçmişte ve şimdide ne varsa, Çin’de, Grek’te, Hint’te ve İslam Medeniyetimizde ne varsa özgüven içerisinde okuyan, çalışan bir nesli yetiştirmek zorundayız.

Varlığın Müfredata Taalluk Eden Tarafı

Eğitim, bir yönüyle bireylerin kendilerini belirli bir sahne içerisinde konumlandırmalarına ilişkin nazari ve bir diğer yönüyle de söz konusu sahne içerisinde mevcut yaşama katılabilmelerine imkân sağlamak üzere ameli işlevleri haizdir. Eğitim süreçlerinde bireylere, nazari işlev söz konusu olduğunda, “Neredeyim?”, “Benden ne bekleniyor?”, “Hangi değerleri içselleştirmeliyim?” gibi soruların cevapları sunulurken, ameli işlev söz konusu olduğunda ise algılamayı ve eylemeyi güçlendirici bilgi ve becerilerin kazandırılması hedeflenir. Öte yandan tüm bu işlevlerin nihai amacı bireylerin uyum ve barış içerisinde bir arada yaşayabilmelerinin zeminini oluşturmaktır. Eğitimin ve müfredatın sahih bir varlık anlayışına dayanması Türkiye’nin, İslam âleminin ve tüm insanlığın ufkunu açacak ve daha güzel bir geleceğe taşıyacak yeni bir konumlandırma çabasıdır.

Mevcut Sistem ve Müfredatın Ontolojik Arka Planı

Eğitim yoluyla topluma mensup bireylerin kendilerini belirli bir sahnede konumlandırmaları ve bu suretle birer faile dönüşmeleri sağlanır. Türkiye’de uygulanmakta olan mevcut müfredatın tutarlı bir kurguya dayandığını söylemek güçtür. Ancak bundan da önemli bir sorun müfredatın arka planında belirleyici olanın hakikatin sınırlı bir kavrayışının toplum genelinde hâkim kılınmaya çalışılması olduğu görülmektedir. Müfredat bu haliyle en başarılı öğrencilerin toplumuna yabancılaştığı, başka medeniyet dairelerine hayranlık geliştirdiği bir düzenek olarak işlemektedir.

Türkiye milli eğitim tarihinde müfredat oluşturulurken ilk ve orta öğretim hiçbir zaman yükseköğretim ile birlikte dikkate alınmamıştır. Müfredatın oluşturulmasına üniversite ile başlanılması bir zorunluluktur. Bunun nedeni nasıl bir bilimler tasnifine göre insan yetiştirmek istediğimize en başta yükseköğretim düzeyinde karar verilmesinin gerekliliğidir. 1930 üniversite reformu geleneğimize yabancı bir bilimler tasnifini sisteme dayatmış üstelik bu tasnif çok farklı nedenlerle tutarlı bir biçimde uygulanamamıştır. Şu anda üniversitelerimizdeki anabilim dalı – bilim dalı düzenlemeleri eksik, eklektik, tutarsız ve verimsizdir. Üniversitenin bu durumu yükseköğretime nasıl öğrenciler hazırlamamız gerektiği sorusunu cevapsız bıraktığında mevcut ilk ve orta öğretim sistemi günü kurtarmaya yönelik bir bakış açısıyla tanzim edilmeye çalışılmaktadır.

Mensup olduğumuz medeniyetin dilini konuşabilen ama aynı zamanda insanlığın müktesebatının farkında olan bireyler yetiştirmeyi ancak bir varlık anlayışı ortaya koyabilirsek sağlayabiliriz.

Mevcut ilk ve orta öğretim müfredatına değerler eğitimi adı altında eklemelerin arzu edilen sonuçları verdiğini söylemek güçtür. Bunun en önemli nedenlerinden birisinin derslerde öğretilen konuların ve sunulan bakış açılarının dayandığı ontolojik arka planının kazandırılmaya çalışılan değerlerle uyumlu olmamasıdır. Değerler eğitimi batıda orta çağda ortaya çıkan devlet, siyaset, kilise, din ayrışması ve çatışmasının bir sonucu olarak kilisenin aldığı bir önlemdir. Bu yapının aynı formda olduğu gibi taşınması bizim bir ontolojiye sahip olmadığımızın ve sürecin nesnesi durumunda olduğumuzun göstergesidir. Değer eğitimi olarak sunulan kavram, erdem ve faziletler, Katolik ve Ortodoks bir tasavvurun parçasıdır. İnsanın doğuştan günahkâr doğduğu varsayımı üzerinden geliştirilen bu eğitim varlıktan kopuk anlayışımızın sonucu olarak sistemimize eklemlenmiştir.

Müfredatta yer alan pek çok ders öğrencilere belirli malumatı kazandırmayı hedeflemekte, çağın gereklerine uygun eleştirel düşünme, araştırma ve fikir geliştirme perspektiflerini ihmal etmektedir. Öğrenciler müfredatın içinden geçerken kendilerine hayat boyu uğraşabilecekleri ve üretken olabilecekleri projelerle tanışamamaktadırlar.

Mevcut müfredata ek olarak yürütülen ve uluslararası sertifika programlarına bağlı IB, IGCSE, MATURA, ABİTUR vb. programlar en iyi öğrencilerimizin bir başka medeniyete devşirilmesini kolaylaştırma işlevi görmektedirler. Bu uluslararası programlar belirli bir ontolojiye sahip programlardır. Milli kimliği yok eden, küresel sistemin arzuladığı tek kimlikli, tek kültürlü dünya insanı oluşturmanın bir aracıdır. Bu programlar her küresel gücün kendi dünya tasavvurunun inşası için oluşturulmuş aygıtlar olarak bütün dünyada aynı siyasi, ekonomik, kültürel, ahlaki tavrı geliştirmek için bir araç olarak kullanılmaktadır.

Bu bağlamda müfredatın bir varlık anlayışına sahip olması varlıkta ve bilgide bütünlüğü sağlaması mensup olduğumuz İslam medeniyetinin değerlerini kazandıran bir “Biz” perspektifini kurmamızı sağlayacaktır. Mensup olduğumuz medeniyetin dilini konuşabilen ama aynı zamanda insanlığın müktesebatının farkında olan bireyler yetiştirmeyi ancak bir varlık anlayışı ortaya koyabilirsek sağlayabiliriz.

Böylesi bir içerik artık zorunluluktur. Türkiye’nin konumu ve sorumluluğu tarihi bir meseledir. Türkiye taşıdığı tarihi birikim ve millet hafızası gereği biçilen zihni sınırlar ve suni gömleklere sığmamaktadır. Bu coğrafyanın bizim için bir kader olmasıdır. Türkiye’nin eğitimde taşıdığı tavır artık dünyanın mevcut durumunda Türkiye için uygun bir tavır değildir. Bugün güncel olarak yapılanlar ise varlık ve bilgi boyutundan uzakta yüz yıl önce biçilen gömleği yenilemek, yamalamak veya yeni taklitler geliştirmektir. Bunların ötesinde günümüzde insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunların, son iki asırda bütün yerkürede etkin olan bilme ve düşünme yöntemleriyle halledilemeyeceğinin anlaşılmıştır. Türkiye’de bu sorunlarla yüzleşebilecek yeterli sayıda insanın yetiştirilmesini ve bu insanların iş ve söz birliği yaparak çözümler geliştirmelerini sağlayacak ortamların oluşturulmasını gerektirmektedir.

Bunların ötesinde, Türkiye dışında önce İslam dünyasının sonra Avrupa ve daha sonra da tüm yerküre üzerinde bilfiil ve bilkuvve bütün mevcudatın keşif ve veri bilgisine sahip insanların yetiştirilmesi gerekmektedir.

 

KAYNAKÇA

  1. GÖRGÜN, Tahsin. “Eğitim Felsefesinin Yeniden İnşası” Eğitim Felsefesi Çalıştayı, İstanbul, 4 Mart 2018.
  2. DURAN, Celalettin. Uluslararası Diploma Programlarının ontolojisi ve Milli Program yapmanın imkânı, Öteki Akademi Yayınları, İstanbul, 2022.
  3. ÇİTİL, Ahmet Ayhan. “Eğitim Felsefesinin Yeniden İnşası” Eğitim Felsefesi Çalıştayı, İstanbul, 4 Mart 2018.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu