Sürekli̇ Mâruz Kaldığımız Ârıza; Popüler Kültür Emperyali̇zmi̇

Kendi Kendimizin Eziyeti Olmaya Devam mı?..

İnsanoğlu olmayacağını bildiği halde -hatta emin olduğu halde-ümitlenmekten daha büyük bir zehir tatmamış olabilir şu yeryüzünde. “Yahu dur olmayacak işte.!”diyen bir ak sakallı bilge (fıtrî öğüt) var içinde aslında ama,“bi olsa varyaaa!”cı  haşarı (nefsî fısıltı) hükmediyor kalbe. Ve günün sonunda içindeki o bilge hep ama hep haklı çıkıyor.

 

“Umut en büyük kötülüktür çünkü işkenceyi uzatır” diyen Nietzsche haklıdır. Acı, endişe, kaygı ve üzüntü eşiğinizi genişletir ve beklentiyi doğurur. Beklenti ise kanatlıdır ayağı yere basmaz. Çoğu zaman uçar gider hatta. Bazısı ise çok daha acımasızdır. İnsanı olduğu yere çiviler. Ne ileri gidebilirsin ne de geri. Kime nasıl vuracağı belli olmuyor velhasıl.

Bu nedenledir ki ağaca çaput bağlayıp bekleyen insanla, sadece umut ederek bekleyen insan arasında hiçbir fark yoktur bana göre.

Bitmedi…

Deniz aşırı yolculuklar da hayatlarını kaybetme pahasına çıktıkları ölüm yolculuğunun adı “Umuda Yolculuk” olması dikkatinizi çekti mi hiç.?

Ya da hiçbir duygu/his için kullanılmayan tüccar/tacir kelimesi neden sadece “umut” için kullanılır hiç düşündünüz mü?

Meşhur hikâyedir. Dondurucu soğukta nöbet tutmaya alışkın olan muhafızına gözü ilişen kral, onu bu soğuktan koruyacak ve sıcak tutacak yün bir parka göndereceğini söyler. Fakat meşguliyetinden dolayı bu sözünü unutan Kral, bir sabah donarak ölen muhafızın cebinden çıkan not ile kalakalır. “Kralım ben soğuğa alışkındım, beni soğuk değil, sizin sıcak parka vaadiniz öldürdü” yazar.

Anadolu irfanının bizim ev temsilcisi anneannem “umut vardan ileridir” derken bu tehlikeye dikkat çekiyordu demek ki..

 

Kişisel gelişim adına sömürülen, fıtrî ayarları ile oynanan, dengesi ve yönü yitirilen benlik duygularımızdan sadece bir tanesinin, öteki yüzüne örnekti umut meselesi.

Üç adımda, beş adımda formülleriyle ulaşmaya çalıştığımız başarı, peşinden koşup durduğumuz, meğer içimizde(!) zaten var olan mutluluk, hülyalarına daldığımız hoş safa içinde huzurlu(!) müreffeh bir hayat, yaşamak zaten umut etmektir net!

Çünkü umudunu kaybeden taş olur, bu cepte.

Bir de aradığın gücü içinde buldun mu tamamdır.! Oldun sen.. Sıradaki.!

Ha unutmadan.! Bir de kendini çok sev. O kadar sev ki, sapla saman karışsın iyice birbirine, ego canavarı olmaktan, özgüven küstahına dönüşmekten çekinme. Herkes seni böyle kabul etmek zorunda. Senin isteklerin, zevklerin, hayatın herkesten ve her şeyden önceliklidir çünkü. Ayrıca kimseye ihtiyacın da yok senin. Sen kendine yetersin, bi kere senin ışığın sana yeter.

 

İstisnalar müstesna elbette fakat son yıllarda bilhassa sosyal mecralarda ve medyada gözümüze-gözümüze sokulan, popüler oluşu ile çağımız insanına adeta fark ettirilmeden dayatılan, kişisel gelişim-değişim-dönüşüm soslu, mottolu hayatlara maruz bırakıldığımız bir zaman dilimindeyiz. Her bireyin “nev’i şahsına münhasır” olma biricikliğini yok sayıp, bireyselliğini tek tipleştiren, zorlama formüller ve sloganlar âlemi.

En kısa ve zahmetsiz yoldan işlerimizi halletme ve istediğimiz şeylere hemen sahip olma kolaycılığımız yüzünden kapılıp gidiyoruz bu alâmete. İlk duyduğumuzda teoride bizi belki de ilk başta motive edip heyecanlandırarak ilk kıvılcımı yaksa da bu tür sloganik söylemlerin, o sihirli formüllerin ya da yeni öğrendiğiniz bir ritüelin-adına her ne diyorsanız artık-sahaya indiğinizde hiçte öyle olmadığını, parlayan o alevin bir anda söndüğünü gerçekliğin sallayan ve sarsan gücüyle, acı dediğimiz tecrübeler eşliğinde zaten öğreniyorsunuz da, günün sonunda asıl öğrendiğimiz şey, hiçbir sloganın, formülün ya da ritüelin  insan hayatını bir anda ve kalıcı bir şekilde değiştiremeyeceği, sadece bir illüzyon gösterisi kadar sizi kısa bir süre etkisi altına aldığı gerçeğidir..

 

Hiç kimsenin sahip olduğu nimet sadece kendi gayretinin sonucu olmadığı gibi, mahrumiyetlerinin sebebi de sadece kendisi değildir. Kader-i ilahinin taksimatını yok sayamayız. Yaşadıkların Hakk’ın sana ya ikramıdır ya imtihanı. Ya terbiyen için gereklidir ya da tezkiyen için lazımdır sana.

Sıkıntı da olanın tesellisi de varlıkta olanın endişesi de bu olmalıdır aslında.

İlmin kapısı Hz.Ali (R.Anh); “Bir kişi hedefine çaba göstermeden ulaşacağını sanıyorsa, hayal dünyasında yaşıyor demektir. Ve bir kişi hedefine sadece çaba harcayarak erişeceğini sanıyorsa o da haddini bilmiyor demektir.” buyurur.

Tedbir-Tevekkül-Takdir üzerine daha güzel bir ölçü duymadım, okumadım.

 

Iskaladığımız bir şey var. Hayatta elde ettiğimiz başarılar, kazanımlar ya da isabet ettiğimiz her şey bir marifet olsa da bunlara sahip olmak marifetten öte kısmettir, nasiptir dostlar.

Bir düşünün bakalım.

Hayatınız boyunca olmak istediğiniz yerlerden farklı yerlere doğru savrulduğunuz olmadı mı hiç? Bir zamanlar “keşke” diye iç geçirerek deliler gibi istediğiniz şeyin, bir zaman sonra

“iyi ki” şükrünü yaşamadınız mı?

Kaderin gizli bir el gibi hayatınıza dokunduğunu hissetmediniz mi hiç?

İsteklerimizin, mesuliyetlerimiz karşısında, seçimlerimizin ise mukadderat karşısında ne kadar aciz ve zayıf olduğunu defalarca tecrübe etmedik mi.?

İşte gerçek gelişim ve dönüşümünüz bu acziyeti kabulle başlar.

 

 

Bugün de Kişisel Gelişemedik.!

 

Bi kere herkes mutlu olmak, başarılı olmak ya da hayata umutla bakmak zorunda mı?

Mesela hayatında müthiş bir azimsizlik, kararsızlık veya başarısızlık öyküsü olan insanların da güzel bir hikâye çıkarabilme ihtimali neden yok sayılır?

Kaldı ki kimsenin hikâyesi kimseye örnekte olamayabilir. Veya aynı karşılığı bulamayabilir.

Sadece kendine inanlar mı çok başarılı? Ya da sadece çok çalışanlar mı zengin?

Bir şeyi yapabilmek için gerçekten sadece çok istemek yeterli mi sizce de?

Herkes mükemmel olduğu için, çok çalıştığı için, çok bildiği için ya da çok istediği için elindekilere sahip olmuş ya da kusurları, eksiklikleri yüzünden bunlardan mahrum kalmış değildir. Kaldı ki; dilemeyenler için bunlar bir mahrumiyet unsuru da değildir. Herkesin hayat dinamiği kendisine göredir. Neden kendi kendimizin eziyeti olma yolunda bu kadar kararlıyız?

Şöyle bir hakikat de var ki, her zaman iyi, mutlu, başarılı, güzel, şeylerin bize katkısı olmaz. Bunların tam tersi yönünde yaşanmışlıkların çok daha tesirli ve kalıcı katkılarını neden görmezden geliriz? Mesela kişisel gelişimcileri dinleyip kendine inansaydı eğer, belki de bu kadar kendisi olamayacaktı. Eline geçen fırsatları değerlendiremediği için şu an daha isabetli kararlar veriyor olabilir. O hataya düşmeseydi bundan sonrası için bu kadar tedbirli davranamayacaktı belki de.

Düşmekten, kopmaktan, kırılmaktan, dibe vurmaktan, başarısız olmaktan, yalnız kalmaktan hatta mutsuz olmaktan bu kadar korkmayın!

Kopan halatın en sağlam yerinin birleşsin diye atılan düğüm yeri olduğunu hatırlayın.

Vücudunuzda ki en sağlam kemiğin, kırıldıktan sonra kaynayan tarafı olduğunu da.

Bize, girdiğimiz sınavları asıl kazandıran daha önce o sorulara verdiğimiz yanlış cevaplarımız değil mi? Ancak dibe vuran insan yine dipten güç alıp kendisini yukarı taşıyacak sıçramayı gerçekleştirebilir öyle değil mi!?

Çocukluğunuzu hatırlayın mesela.

Aradığınız bütün soruların cevabı orada aslında.

Üzerindeki tozu ve kiri almak için halıyı silkeleyen, sopalayan komşunuzu hatırlayın.

Annenizin çok istediğiniz lezzetli ve tatlı şekerlemeleri size vermediğini,

acı ama faydalı şurupları içmek zorunda kaldığınız zamanları hatırlayın..

Acı ama faydalı.! Anahtar kelimeler..Unutmayın..!

Tam tersini düşünün bir de.Sinek bala düşünce bal yiyorum zanneder. Oysa batıyordur farkında bile değildir. Boşlukta asılı hazır yem sevdası yüzünden takılır oltaya balık.

Farenin ise kapan tuzağı değil midir peynir.?

 

Hüzünler Yurdundan Mükâfatlar Diyarına.

 

Hadi gel! gidelim daha geriye, en başa hatta, hikayemizin başladığı yere.

İnsanlığın atası, bizlerin babası “İnsan Adem’i” “ Hz.Adem Aleyhisselam” yapan düşüşü değil midir.? Cennetten kovulup yeryüzüne gönderildikten sonra başlamadı mı Dar’ul Ahzân’da hikayemiz?

Hz.İbrahim Aleyhisselam gibi ciğer parenin, evladının başını kayaya yıkmadan göklerden yardım gelir mi sandın?

Hz.Yusuf Aleyhisselam gibi en kör kuyulara atılmadan, karanlık zindanlara düşmeden Mısır’da saltanat payesi verirler mi sana?

Hz.Yunus Aleyhisselam gibi denizlerde dibi bulmadan rahmete müstahak olmak var mı?

Ve Efendimiz. (Aleyhisselam)

Gözbebeğimiz.

Dünya da yaşamış olduğu sıkıntıların, ayrılıkların, kederlerin çok ötesinde öyle bir firak ateş ile dünya hayatını sürdürmek zorunda kaldı ki..

Miraç Gecesi’ni hatırlayın.

Çok ulvi bir hadise, mümtaz bir buluşma anı. Yeryüzünde olası tek hadise, ikincisi yok.

Efendimiz Aleyhisselam hiçbir perdenin olmadığı bir makamda Rabbini bizatihi gördü, O’nunla kelam etti. Karşı karşıya aralarında hiç bilmediğimiz şekilde manevi bir usûlde bir görüşme-buluşma meydana geldi. Ve ne hazindir ki bu noktadan sonra “şimdi geriye dön Ya Muhammed!” denilmesini bir düşünün. Aşığın Maşukundan ayrılması hiç kolay olmamıştır muhakkak. Efendimizin yaşadığı ayrılık acısını, hazin ruhunu, hüznünü mümkün değil anlayamayız. Tahmin etmeye bile çalışamayız.

Zaten kendisi bu hadiseden sonra hüzünlere bürünüp “hüzün artık benim arkadaşımdır” demedi mi.? Ayrılık ateşinin harı içini yaktığında “erîhniy Ya Bilâl!” “Ferahlat beni Ey Bilâl!” deyip dünyada ki miracına sığınmadı mı?

 

Demem o ki dostlar;

Senin Hâk katında ve halk içinde ki kıymetin de muhataplık ölçün de düşüşünün derinliği, atıldığın kuyunun karanlığı, içinde bulunduğun zindanın darlığı, teslimiyetinin genişliği ve firâk ateşinin hârı kadardır. Bu sebepten değil midir ki insanlar arasında Allah’ın en has, en sevgili kulları en çok musibete uğrayan peygamberleri olmuştur. “Eşeddül belâ âlel enbiyâ, sümme’l evliya” hadis-i şerifini hatırlayın.

“Belanın en şiddetlisi evvela Peygamberlere sonra da Allah’ın sevgili kulları mesabesindeki dostlarına gelir.”

Allah’ın biricik, sevgili peygamberi de olsanız biliniz ki dünya hikayesi kimseye kusursuz sunulmadı, kimsede kusursuz yaşamadı. Dünya gam ve hüzün yeridir. İmtihan mahallidir. Yaşadığımız üç-beş mutlu anın sürekliliği yoktur. Bir ömür peşinden koşup durduğumuz mutluluk, hikayesi biten ve unutulan insanların vehminden başka bir şey değildir. Hakiki mutluluk imtihan mahallini terk ederken son nefesteki gidişte saklıdır aslında.

 

Sadece mutlulukta değil, sizi mahzun bırakan tüm mahrumiyetlerinizin aslında sizi besleyen, onaran, büyüten, iyileştiren, olgunlaştıran tarafları ve muazzam geri dönüşleri vardır.

Her musibetin ardında bir isabet, her şerrin içinde saklı bir hayır, her zorluğun içinde muhakkak bir kolaylık vardır.

Evet.! Her zorluğun içinde muhakkak bir kolaylık vardır.

Hakk’a yakınlık noktasında seni O’na yürütecek, O’na yaklaştıracak en kısa ve hızlı yoldan mesafe kat etmeni sağlayacak, makamlar, mertebeler elde ettirecek, kendi içinde ise seni hakiki ve ulvi manada geliştirerek, değiştirip dönüştürecek yolu da bu musibetlerin, zorlukların, imtihanların, deneyimlerin içine gizlemiştir.

Bunu fark etmeye başladığın an idrâk kapısı gıcırdayarak aralanmaya, içinde bulunduğun o imtihan da sırrını sana açmaya başlayacaktır. Rabbinin bu sebeplerle sana aslında ne demeye çalıştığını duymaya da başlayacaksın bir süre sonra. Hakk dili hal dilidir. O yüzden halden hale girip, renkten renge boyanacaksın. Bi bakmışsın Padişah sofrayı kurmuş. Seni de çağırıyor!

O sofraya oturanlardan Koca Yunus uyarısını yapıyor evvela.

”Zehirle pişmiş aşı, yemeğe kimler gelir?” derken, Üstad Necip Fazıl “zehirli aş, amma sonu ebedi afiyet..” deyip buyur eder sofraya kimbilir.

Çok mu yükseldik?

Evet farkındayım.

Kâl ehlinden hâl ehline geçme duasıyla bereketlenip, çıkalım buradan.

 

Şimdi Ben Diyorum ki..

Kişisel gelişelim elbette, hatta toplumsal da gelişelim. Fakat bunu yaparken Yaradanın en mükemmel tasarımı olan insan fıtratının ayarlarıyla oynamadan, fıtrat ile bozuşmadan, ters düşmeden, kendi ruh ve medeniyet köklerimizden beslenerek, hatta “ben biraz daha ince gideyim” derseniz tasavvufi metodlarla yapalım ki, ortalık kişisel gelişeceğim diye nefsini, hevâ ve hevesini ilah edinen, kendini yarı-tanrı konumuna yerleştirip yolunu-yönünü sapmışlarla ve saptıranlarla dolmasın.

 

Şimdilerde biz ne yapıyoruz?

Bizden olmayanı alıp bize uydurmaya çalışıyoruz. Tutmuyor, olmuyor işte. Ama oldu, tuttu gibi davranıyor bunu bir de gelişmişlik sayıp iftihar vesilesi addediyoruz. Oysa sadece zannediyoruz. Ve zannettikçe baktık ki köreldik, tutulduk, başkalaştık. Kendi köklerimizden beslenmeyi, kendi medeniyetimizle bağdaşan kaynakları değerlendirmeyi ıskaladıkça bir yok oluşun eşiğine geldik maalesef.

Kişisel ya da toplumsal her türlü gelişimimizin önünü kendi medeniyet köklerimize bağlı bir fikir ve inanç birlikteliği ile bize düşen gayreti kuşanarak yeniden yazabilir ve yapabiliriz.

Şuradan başlayabilsek mesela;

İnanan bir insan olarak her ne yapıyorsan, neye niyet ediyorsan, neyi başarmak, hangi tarafını ve yönünü geliştirmek istiyorsan, bunun hakiki manada bir gelişim, değişim, dönüşüm ya da başarı olmasını istiyorsan, her şeyden önce senin yapmayı istediğin şey ile seni Yaradanın murad ettiği şeyin denk düşmesi lazım. Merkezinde Rabbinle yaptığın ahde vefâ, kendi ruhuna şifa ve kula fayda olmayan hiçbir çaba, seni hakiki manada mutlu ve mutmain etmeyecek.

Bu kriter hayati önem taşıyor.

Yani kişisel gelişiminiz sizi kemalât ehli olmaya ve ilahî olana doğru götürmüyorsa, gömleğin düğmesini en alttan yanlış iliklediniz demektir. Meşhur tabirle yanlış başlangıçların doğru sonuçları olmaz, ortaya çıkan şey de kişisel olsa da başarı ya da gelişmişlik olmaz.

Aksi takdirde atom bombasını icat eden fizik adamını da toplama kamplarında daha kolay ve toplu ölümler yapabilmek için gaz odaları tasarlayan mühendisleri de, en son teknolojik yöntemlerle insanlara zulmedenleri de, hiçbir ahlâki ya da manevi değere sahip olmadan hatta çalışmadan, üretmeden makam-mevki elde edip hatta peşlerinden yüzbinlerce takipçi sürükleyenleri de başarılı ve kendini geliştirmiş olarak kabul etmemiz gerekir.

Arada hiç mi fark olmasın.?

Maksada giden her yol mübah mı olsun.?

 

Peki Neden Bu Kadar Zor.?

 

Az bir süre misafiri olduğumuz şu dünya hayatı içerisinde, birileri birilerinden daha mutlu, birileri diğerinden daha başarılı ya da birileri zenginlik ve lüks içerisinde rahat bir hayat yaşıyor gibi görünüyor olabilir gözünüze. Bir kere mükemmel adalet dediğimiz şey bu dünya hayatı için yok. Dünyadan bunu beklemek ömür boyu sürecek olan bir hayal kırıklığı demek. Çünkü mükemmel adalet ahiret için hazırlanmıştır ve o tarafta tesis edilecektir. Mükemmel adaletin burada vuku bulmamasının sebebi, Mevla’nın yine mükemmel adaletinin bir hikmetidir ya da gereğidir belki de.

Nasıl’ını kusursuz adaletin sahibi olan Allah (Celle Celalühü) bilir.

Neden’i ise bence şu olabilir;

Bizler oyun ve oyalanmadan ibaret olan şu dünya hayatı içersinde imtihanlardan geçmek zorundayız. Çünkü Allah-û Teala’nın dünya hayatını formülize şekli bu. Çünkü seni yaratan seni senden daha iyi tanıyor. Çünkü sen koşullarını zorlamadan potansiyelini açığa çıkarabilecek bir donanımda değilsin. Hatta kendi haline kaldığında, kendi potansiyelini kendi eliyle daraltan tek mahlûk bile olabilirsin şu kâinatta.

Sadece ilim değil bilimde bunu böyle söylüyor. Beyin üzerinde yapılan birçok araştırma da fark ediliyor ki acı çeken ve zorlanan bireylerin, beyin etkileşimini ve geçişlerini çok daha hızlı ve güçlü sağlayabildiği görülüyor.

Yani zorlanan ve acı çeken bireylerin beyinlerini daha full kapatise ile kullanabilme yeteneğine sahip olduğunu, diğer yandan hiçbir zorlanmaya uğramamış, sürekli korunmuş bir beyinde zorluklara karşı direncin düştüğü, kırılganlık ve dayanıksızlığın arttığı, zorlanan bireylerin diğer bireylerden daha güçlü olduğu gözlemlenmiş oluyor böylece.

 

İnsan tekâmül eden bir varlıktır. Kâmil bir insan olabilmen için zoru görmen, acıyı tatman, yokuşları tırmanman, sallanıp sarsılman, savrulup yuvarlanman biraz korkman, biraz eksilmen gerekiyor. Zahmetsiz rahmet, külfetsiz nimet yok.!

“Zûl Celali Ve’l ikram” ism-i şerifi gereğince, ikramını Celâline bağlamış terbiye edicimiz Rabb.!

Celâl ve Cemal, Kahhar ve Ğaffar, Kabîz ve Basît simlerini bir arada cem eyleyen Mevlâ Teala, kendi ruh özünden insana vermişse anla işte,“verdiğim bu mühlet içerisinde gönlün, gözün kaymasın, kapılıp gitme, sürüklenme, havf ve recâ arasında canlı ve diri dur, müteyakkız ol” diyor sana. Vasât (merkez-iki aşırının ortası) bir denge istiyor senden. Eğer gayretle sebeplere yapışıp, tevekkülle teslim olursan yani dengede durursan, gaipten bir rota senin için belirleniyor zaten. Sen de yoluna girmek durumunda kalıyorsun. İşte o zaman “iyi ki kader ve kısmet var” diyorsun. Musibetse sabır, nimetse şükür, günah ise af, müşkül ise secde, emir ise itaat, nehiy ise sakınma. Yani kısaca arı-duru bir kulluk çıkıyor ortaya. Başına ne geldiğinden ziyade, onu nasıl karşıladığın, o anda ne yaptığın konumunu belirleyici oluyor. Böylece hem kişisel hem çevresel hem toplumsal her yönden mis gibi, gül gibi gelişip göçüyorsun bu âlemden.

Hasıl-ı kelâm bütün lezzetlerine-kederlerine, saadetine-felâketine, eğrisine-doğrusuna, iyisine-kötüsüne rağmen, dünya ve içindekiler tüm cazibesi ve hararetli kuvveti ile sel gibi karşımızda çağlarken, akıntısında başıboş bir kütük gibi sürüklenmektense, içimizde bir kenara, bir köşeye çekilip sakince seyredelim âlemi. Sonra kendi iç dünyamızda manevi bir yolculuğa çıkalım. “Ben senin için dizayn edilmedim ey dünya, bilesin!” diye bir üst şuur mertebesine yerleşmeye niyet edelim. Bağı koparmayalım, arayı açmayalım, râbıtayı diri tutalım. Çünkü “Ve ileyhi turceûn.” İyi ki “Dönüş O’nadır.”

Ya saçma sapan bir yere ya da vefasız bir yâre olsaydı dönüşümüz ne olacaktı halimiz bir düşünün!

İbn-i Arâbi Hazretlerinin duası ile bitirelim.

“Allah’ım.!Ben senin mülkünüm. Sen mülküne sahip çık.!”

Malike’l Mülk olan Allah seni-beni başı boş, kendi haline bırakır mı sandın.?

 

Dünyaya geldik ölmeye..

Ölmeden evvel ölmeye..

Bilmeye, bulmaya ve olmaya…

Vesselam..

 

(Melike Turan)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu