Ortadoğu’nun Anti-Demokratik Yapısında Ordunun Siyasete Etkisi

Ortadoğu’da devlet/siyasal rejimlerin temel itibarıyla “gerçek anlamda demokratik düzenden uzak oluşu ve dolayısıyla otoriter yönetim yapısının süregelişi” olgusu uzun yıllardır tartışılmaktadır. Bu tartışma akademik ve düşünce dünyasını halen de meşgul etmektedir. Ortadoğu ülkelerinin genelinde yaygın bulunan toplumsal-kültürel-siyasal özelliklerinden Araplık ve milliyetçiliği, etnik farklılık ve azınlıklar, mezhep farklılığı ve çatışması, asker (ordu) ve siyaset, din ve siyaset (Siyasal İslam), toplumsal cinsiyet eşitsizliği (kadınların durumu), ekonomik yapı ve sorunları, devlet dışı yapılanmaların artan varlığı bölgenin neden demokratikleşemediğini açıklamaktadır. Mezkûr özelliklerden en çok öne çıkanı ordu-siyaset ilişkisidir. Nitekim Ortadoğu’da ordu siyaset üzerinde tahakküm kurmuştur ve bu durum birçok ülkede halen devam etmektedir.

Ortadoğu bölgesinin demokratik düzen ve demokratikleşme sürecinin tarihsel süreçle doğrudan alakalıdır. Bölgenin Osmanlı devletinin parçalanması ile Batılı aktörler tarafından yapay şekilde inşa edilmesi Ortadoğu-demokratikleşme paradoksunu anlamaya yardımcı olabilir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı topraklarını parçalama planı olarak bilinen Skyes-Picot anlaşması bölgede demokrasinin neden yerleşemediğini ortaya koymaktadır. Bu anlamda yukarıda zikredilen ölçütlerden ordu-siyaset ilişkisi bölgede demokrasinin neden benimsenemediğini ve otoriter rejimlerin neden istikrarlı şekilde süregeldiğini açıklayan en rasyonel ölçüttür. Söz konusu asker-siyaset veya ordu-siyaset ilişkisi 1.Dünya Savaşı sonrası kurulan bölgesel düzeni ve dış aktörlerin bölgenin Batı’ya meydan okuyabilecek bağlamdaki demokratikleşmesiye karşı duruşlarında görülmektedir. Dolayısıyla soruya verilecek cevap tarihsel süreçte Batı’nın Ortadoğu’daki orduları bölgenin demokratikleşmesini engellemek için nasıl kullandığında yatmaktadır.

Tarihsel süreçte Ortadoğu’nun demokratikleş(e)memesi birçok uzmanlar tarafından farklı iddialarla açıklanmıştır. Bernard Lewis, Richard Folk gibi oryantalist isimler saha araştırmaları ve bölge dilleri üzerine yaptığı çalışmalara rağmen bölgenin ontolojisinin demokrasiye aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Bu anlamda bölgede neden bir demokratik dalgalanma olmuyor sorusu genellikle İslam’ın buna engel olduğu argümanı ile açıklanmıştır. İslam’ın bir düzen olarak Batı’nın tecrübesi olan demokrasiyle taban tabana zıt olduğu iddiası bölgede otoriter rejimlerin demokrasiye ağır bastığı sonucunu ortaya koymuştur. Ayrıca Suudi Arabistan gibi katı ideolojik rejimlerin resmi mezheplerindeki yorumların da söz konusu duruma katkı sağladığı söylenebilir. Bu anlamda Vehhabi ulema demokrasiyi şirk olarak görmüş ve söz konusu düşüncenin yayılması yönünde ciddi çalışmalar yapılmıştır. Suudi Arabistan Krallığı’nın petrolden elde ettiği gelirlerle Avrupa ve Balkanlarda Selefileştirme çalışmaları bilinmektedir. Söz konusu Selefileştirme oldukça araçsal bir politikadır. Örneğin Suudi Arabistan, bölgesel düzenin Arap devrimleriyle demokratik düzene doğru kaymasında Selefileri araçsallaştırarak her türlü demokratik dönüşümü engellemiştir. Bu noktada dikkat edilirse Suudi Arabistan ve benzeri statükocu aktörlerin demokrasi karşısında otoriter rejimleri ordu üzerinden destekledikleri rahatlıkla görülebilir. Örneğin Arap devrimlerinin 2012’de Mısır’ın 40 yıllık otoriter diktatörü Hüsnü Mübarek’i devirmesi Suudi Arabistan’da ciddi endişeler bırakmıştır. Mısır’ın ilk ve tek demokratik yollarla seçilen cumhurbaşkanı Muhammed Mursi Suudi Arabistan ile iyi ilişkiler gütmeyi amaçlamıştır. Hatta Mursi ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yaparak İran’ın 1979’da yaptığının aksine devrimin ihraç edilmeyeceği yönünde teminat vermiştir. Fakat bölgesel düzende devrim dalgasının Suudi Arabistan’ın içindeki Şiileri mobilize etmesi ve Bahreyn’e kadar sıçraması Riyad yönetiminin Mursi karşıtı adımlarını hızlandırmıştır. Bu anlamda Suudi Arabistan bölgedeki demokratikleşmenin en önemli hızlandırıcısı olabilecek olan Mısır’ın demokrasi tecrübesini sonlandırmak adına ordu-asker silahını kullanmıştır. Birleşik Arap Emirlikleri’nin de dahil olduğu bu karşı devrim süreci bölgedeki demokratikleşme bağlamında birçok sonuç ortaya koymuştur. Bunlardan ilki ve en önemlisi bölgedeki statükocu aktörlerin demokrasiye bakışlarının ne kadar sorunlu olduğudur. Suudi Arabistan’daki el-Suud ailesi rejime tehdit olarak gördüğü demokratikleşme sürecine karşı adım atmıştır. İkinci önemli sonuç bölgenin ve bölge halklarının demokrasi ile uyumlu olmadığı söyleminin yanlışlığıdır. Mısır halkının kendi tecrübesi Ortadoğu’da demokrasinin benimsendiğini göstermektedir. Üçüncüsü Batılı aktörlerin devrim, demokrasi ve darbe bağlamındaki tutumlarıdır. Başta dönemin Amerika Birleşik Devletleri başkanı Barack Obama olmak üzere Batılı aktörler Mısır’daki darbe sürecinde demokratik tepkiler vermeyerek darbeye dolaylı olarak destek vermişlerdir. Dahası başta Fransa olmak üzere birçok Avrupalı devlet darbe sonrası darbeci Abdülfettah Sisi’ye çok boyutlu destekler vererek darbenin kurumsallaşmasını sağlamıştır. Dolayısıyla Ortadoğu’daki otoriter rejimler demokratikleşmeyi varoluşsal bir tehdit olarak görmektedir ve bu bağlamda demokratikleşmeye karşı adım atmaktadır. Demokrasiye karşı mezkûr otoriyer rejimlerin varlığını garanti eden ve daima rejim güvenliğini kendine görev edinen ordunun demokratikleşme yönündeki en büyük engel olduğu söylenebilir.

Bölgedeki ülkeler tek tek incelendiğinde yukarıdaki önermenin ne kadar tutarlı olduğu görülecektir. Libya, Mısır, Suriye, Irak başta olmak üzere tarihsel süreçlere bakıldığında ülkelerin bağımsızlıklarından bu yana iktidarı asker kökenli isimlerin veya ailelerin elinde bulundurduğu görülmektedir. Batılı aktörler Osmanlı’yı parçalaması sonrası bölge halklarının iradesine zıt bir şekilde belli isim ve ailelere otoriter rejim kurmalarına izin vermiştir. Suudi Arabistan, Ürdün, Körfez ülkelerinin siyasal tarihlerine bakıldığında Batı mandasından de jure-hukuki olarak kurtuldukları fakat de facto-fiili olarak halen Batı mandasında hareket etmeleri bölgedeki demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden olan Batı’nın bölge politikalarını ortaya koymaktadır. 1968’e kadar Körfez’in hamisi olan İngiltere’den bağımsızlığını alan Körfez şeyhleri bu tarihten sonra hatta 1945’ten sonra ABD’nin himayesine girmiştir. ABD kendi ulusal çıkarlarına zıt bir demokratikleşme istememektedir. Bundan dolayı Batı bölgede birçok uzmanın da teorikleştirdiği gibi “demokrasi yerine otoriter istikrarı” tercih etmektedir. Bu anlamda söz konusu otoriter istikrarın sağlanması için en önemli araç ordudur. Mısır örneğine tekrar geri dönecek olursak, 1952’de başlayan darbe süreci bölgesel düzen açısından önemli sonuçlar ortaya koymuştur. Cemal Abdünnasır iktidarında Mısır’ın Batı’ya meydan okuması sonrası ABD’nin bölge politikası değişmiştir. Nasır sonrası ABD kendisine yakın olan Enver Sedat’ın iktidara gelmesini sağlamıştır. Sedat’a düzenlene suikast sonrası ise ABD yine kendine yakın ordudan bir isim olan Hüsnü Mübarek’in iktidarına göz yummuştur. Benzer bir süreç 1979 öncesi İran için de geçerlidir. ABD’nin bölgede Sovyet yayılmasını engellemek için uyguladığı çifte sütun politikasının bir ayağı olan İran, Washington’ın önemli bir müttefiki olarak varlık sürdürmüştür. Fakat 1951 yılında İran başbakanı Muhammed Musaddık’ın ABD çıkarlarına aykırı hareket etmesi ABD’yi harekete geçirmiştir. CIA belgelerinin ortaya çıkması sonrası ABD’nin İran’da Musaddık karşıtı darbeyi desteklediği tezahür etmiştir. Dolayısıyla ABD’nin ve Batı’nın bölgedeki temel kaygısı ulusal çıkarlarıdır. Bu çıkarlara aykırı hareket eden ve demokratikleşen aktörlere karşı adım atmaktan ABD’nin ve Batı’nın çekinmediği, söz konusu demokrasi karşıtı adımların atılması için ordunun bir koz olarak kullanıldığı rahatlıkla görülmektedir.

Benzer bir süreç Türkiye için de geçerlidir. Kurucu kadro dahil 7.cumhurbaşkanına kadar ülkenin asker kökenli isimler tarafından yönetilmesi ve otoriter bir düzenin vücut bulması önemli işaretler ortaya koymaktadır. 1960 ile başlayan darbe silsilesi Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engeldir. ABD’nin ve Batı’nın her darbe sonrası “Bizim çocuklar başardı” tarzında darbe destekçisi söylemleri, Ortadoğu’da neden demokratikleşme süreci başarısız oluyor sorusunun cevabı niteliğindedir. Bu anlamda ABD veya Batı çıkarlarına aykırı demokratikleşme süreçlerini ülkelerdeki orduları harekete geçirerek darbeyle sonlandırmaktadır. Bölgedeki ordular 1920’lerden bu yana ülkelerin “bağımsızlıklarında” kurucu rol oynadıkları için kendilerine farklı bir rol biçmektedir. Harici aktörlerle olan bağları, ideolojik yakınlıkları ve kendilerine atfettikleri “kurucu” rol, gerekirse darbenin bir çözüm olarak sunulmasına neden olmuştur. 1980 darbesi başta olmak üzere Türkiye’de bütün darbelerin arkasında dış aktörlerin önemli rolü olduğu görülmüştür. Ayrıca ordu yaptığı açıklamalarda cumhuriyetin bekasına ve Atatürk’e vurgu yaparak darbenin tarihsel meşru zeminini oluşturmaya çalışmıştır.

Türkiye ve bölgedeki diğer ülkelerdeki darbeler Ortadoğu’nun demokratikleşmesi açısından bir başka sonuç daha ortaya koymuştur. Batılı aktörler orduya yükledikleri görevle bölgenin demokratikleşmesine ket vururken aynı zamanda bölge halklarını ve yöneticilerini demokrasiye geçemedikleri için suçlamaktadır. Söz konusu durumun en basit örneği Türkiye bağlamında görülebilir. Türkiye’de 1960, 1972, 1980, 1997, 2005, 2016 gibi modern, post-modern darbeler, bildiriler ve girişimler Türkiye’nin başta Avrupa olmak üzere dış politikasını ciddi anlamda yaralamıştır. Batılı aktörler her darbe sürecinde ve sonrasında darbeci aktörlerle iş birliği yaparak “ilkelerine aykırı çıkarlarına uygun” davranmıştır. Fakat Batılı söz konusu darbelerin engellenememesini, demokratikleşememe süreçlerini de ülkelere yıkmaktadırlar. Türkiye söz konusu darbelerle baş edemediği için Avrupa Birliği sürecinde ciddi anlamda yara almıştır.

Öte yandan bölgede demokratikleşmenin önünde en büyük engellerden biri olan ordunun siyasete dahil olması sorunsalı Batılı aktörler tarafından finanse edilmektedir. Başta ABD olmak üzere birçok Batılı devletin darbecilere yönelik desteği incelendiğinde söz konusu iddia rahatlıkla görülebilir. Ayrıca ABD’nin ve Batı’nın bölgede demokratikleşmeyi engelleme noktasında askeri kullanmasının arkasında İsrail’in güvenliği politikası da yatmaktadır. Bu anlamda Mısır darbesi başta olmak üzere bütün darbeler İsrail’in güvenliği ile doğrudan ilintilidir. Bundan dolayıdır ki ABD’nin Ortadoğu’da en çok silah yardımı yaptığı ülkeler İsrail ile normalleşmiş ülkelerdir. 1978’de Mısır, 1994’te Ürdün, 2020’de Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile normalleşme süreçleri ABD’nin mezkûr ülkelerde demokrasi yerine otoriter rejimleri ve orduları desteklediğini göstermektedir. Sudan örneğine bakılacak olursa 2018’de başlayan gösteriler sonrası Ömer el-Beşir iktidarı yıkılmış, yerine “Askeri Geçiş Konseyi” göreve gelmiştir. Geçiş Konseyi, Suudi Arabistan ve BAE gibi statükocu, otoriter rejimleri destekleyen aktörlerle yakın ilişki içerisindedir. İddia edilene göre BAE’nin finansman sağlamasıyla Sudan Askeri Geçiş Konseyi ABD’ye 1980lerde yaşanmış terör olaylarından dolayı tazminat ödemiş ve ABD’nin terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkarılmıştır. Benzer şekilde BAE’nin itici gücüyle Sudan İsrail ile normalleşme kararı almıştır. Halk nezdinde hiçbir karşılığı olmayan ve sürekli gösterilere neden olan bu karar Sudan’ın ABD çizgisine kaydığını ortaya koymaktadır. Öte yandan söz konusu karar ABD’nin bölgede demokrasi yerine otoriter istikrarı tercih ettiğini ve bu bağlamda orduyu desteklediğini gözler önüne sermektedir. Fakat ABD bu yeni siyaseti artık doğrudan kendisi yapmamaktadır. Bunun yerine ABD kendine BAE’yi vekil kılarak Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzen inşa etmektedir.

Bu noktada ABD’nin bölgede demokratikleşme karşıtı hareket eden BAE ile ilişkisi büyük önem arz etmektedir. BAE siyasal İslami hareketlere karşı savaş açarak bölgedeki her türlü demokratikleşme dalgasıyla mücadele etmektedir. Yemen’de ülkenin toprak bütünlüğüne aykırı şekilde güneydeki ayrılıkçıları destekleyen BAE, Suriye’de Esed rejimi ile ilişkilerini 2018’de yeniden tesis etmiştir. Libya bağlamında ise BAE, Fransa ile ortak hareket ederek darbeci general Hafter’i desteklemektedir. BAE’nin söz konusu siyaseti bölge dışı aktörlerin bölgesel aktörleri demokratikleşmeyi engellemede nasıl kullandıklarını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak bölgenin demokratikleşememesinin arkasında yatan önemli bir sebep ordunun siyaset üzerindeki tahakkümüdür. Siyasetin sivilleşememesinden ötürü bölge demokratikleşememektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu