Alvarlı Muhammed Lutfî Ve Hûlâsat’ul Hakâyık Adlı Eseri̇nde Tasavvufî Kavramlara Bakışı

Asıl adı Muhammed Budak olan Hâce Muhammed Lutfî yani Alvarlı Efe Hazretleri, Anadolu irfanının yetiştirmiş olduğu ender şahsiyetlerdendir. O, bir din adamı olmanın yanında, kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi veren bir asker, irşâd faaliyetlerinde bulunan bir tarikat şeyhi ve aynı zamanda şiirleriyle gönüllere Allah ve Peygamber aşkını nakşeden bir şair olması dolayısıyla büyük önem taşımaktadır. Alvarlı Efe Hazretleri, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yaşamış İstiklal Mücadelesi yıllarında kahramanlıklar göstermiştir. Nakşîbendiyye Tarikatının – Hâlidî Koluna mensup olan Alvarlı Efe, bölgede büyük saygınlık kazanmıştır. Sohbetlerinde ve konuşmalarında şiirlerini hep kullanmıştır. Arapça, Farsça ve Türkçe olan bu şiirleri, Muhammed Lutfî Hazretlerinin oğlu olan Seyfeddin Mazlumoğlu tarafından “Hulâsatü’l Hakāyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî” adıyla telif edilmiştir. Bahsini edeceğimiz Hulâsatü’l Hakāyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî adlı eserin “Ra Kāfiyesi” bölümündeki tasavvufî terimler Alvarlı Efe’nin tasavvufî kişiliği ve hayatından bizlere bilgi sunacaktır. Alvarlı Efe Hazretleri, eserinde daha önce kullanılmış tasavvufî terimlere yüklenen anlamları dile getirmiş ve kendi bakış açısıyla bu terimlere anlam zenginliği kazandırmıştır.  Daha önce “Ra Kāfiyesi” üzerine çalışmanın yapılmaması araştırmamıza özgünlük katacaktır. “Ra Kāfiyesini” seçmiş olmamızın sebebi hem üzerinde çalışma yapılmamış olması hem de tasavvufi terim anlamında zengin bir muhtevaya sahip olmasıdır. Konumuzun kapsamı “Ra Kāfiyesi” ile sınırlı olmakla beraber içerik yönünden çok sayıda terim barındırmaktadır. Bu terimleri Alvarlı Efe Hazretlerinin şiirlerinde geçtiği haliyle yazıp, tasavvuf ilminin klasik eserleri sayılabilecek: “Abdulkerim el-Kuşeyrî-er-Risâle, Kelâbâzî-Ta’arruf, Hücvirî-Keşfü’l-Mahcûb, Ebû Nasr Serrâc Tûsî-el-Luma’, Ebû Talib el-Mekkî- Kut’ül Kulûb eserleri başta olmak üzere birçok tasavvufî ıstılah sözlüklerinden yararlandık. Çalışmamız Alvarlı Efe Hazretlerinin hayatı, tasavvufî ve ilmi kişiliği, Hulâsatü’l Hakāyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî adlı eserinin tanıtımı, Ra Kāfiyesinde geçen tasavvufî terimlerin alfabetik olarak sıralanıp açıklanması ve sonuç bölümü ile nihayete erecektir.

MUHAMMED LUTFÎ HAZRETLERİNİN HAYATI VE TASAVVUFÎ KİŞİLİĞİ

Hayatı

Muhammed Lutfî Hazretleri, bölgede ve tasavvuf cenahında “Alvarlı Efe, Alvar İmamı” olarak meşhur olmuştur. Hicrî 1285, Miladi 1868 yılında Erzurum’un Pasinler ilçesine bağlı Kındığı (Altınbaşak) köyünde doğdu. Anne tarafından soyu Hz. Muhammed’e (s.a.s) dayanan Alvarlı Efe’nin babası, hem zâhirî hem de bâtınî ilimlere sahip Erzurum bölgesinin meşhur âlimlerinden Hâce Hüseyin Efendi’dir. İbtidâi tahsilini babasının yanında tamamlayarak kendisinden icâzet aldı ve 1307/1890 tarihinde Erzurum/Hasankale’nin Sivaslı Camii’ne imam olarak atandı. Kısa sürede burada büyük ilgi ve sevgi gördü. Bu tarihten kısa bir süre sonra Alvarlı Efe Hazretleri babası Hâce Hüseyin Efendi ile beraber Bitlis’e, Nakşî/ Hâlidî Şeyhi olan Muhammed Küfrevî Hazretlerini ziyarete gitti. Bu ziyaret nihayetinde Muhammed Küfrevî, Hâce Hüseyin Efendi’ye halifelik icâzeti verdi ve şöyle dedi: “Muhammed Efendi’yi de sana yardımcı kıldım.” Bu sözünden anlaşılmaktadır ki Alvarlı Efe Hazretleri ile Muhammed Küfrevî hazretlerinin manevi anlamda yakınlıkları olmuştur. Alvarlı Efe beş yıla yakın bir süre içerisinde halifelik icâzetini aldı. Erzurum’a dönen Alvarlı Efe Hazretleri, ilim ve irşâd faaliyetlerine başlamış, zaman zaman çevre illere tarikat ve tekkelere ziyaretler yapmıştır. Efe hazretleri, Hasankale Sivaslı Camii’nde bir süre görev yaptıktan sonra vazifesine Dinarkom’da devam etti. Vazifesini icra ettiği bu sıralarda Millî Mücadeleye destek olmak amacı ile milis kuvvet oluşturup işgalci Ruslara ve Ermenilere karşı mücadelesinde başarılı oldu. Bu mücadelesinden sonra Türk ordusuna katıldı ve bu durum askerlere mânevi anlamda güven kazandırdı. Bu hadiseler vuku bulurken Muhammed Lütfî Hazretlerinin muhterem babalar Hâce Hüseyin Efendi’yi düşman orduları geri çekilirken şehit etmişlerdir. Rus ve Ermeni işgali bertaraf edildikten sonra Muhammed Lutfî Hazretleri, Alvar Köyü mensuplarının yoğun isteği üzerine onları geri çeviremeyip Alvar Köyü’ne yerleşmiş ve bu süreden sonra “Alvar İmamı ve Alvarlı Efe” olarak anılmaya başlamıştır. Efe Hazretleri, hayatı boyunca üç defa hac ibadetini yerine getirmiştir. 1947, 1949, 1950 yıllarında yapmış olduğu bu farizalarda birçok şehri ziyaret eder oranın kanaat önderleri ve din âlimleri ile görüşmeler sağlamış kendilerine dua etmiş ve onların da hayır dualarını almıştır. 1939 yılına kadar Alvar’da kalan Efe Hazretleri halka tebliğ yapmış ve kâmil bir mürşid olarak onları irşâd etmiştir. Yaşının da ilerlemesiyle beraber hastalıklarının artması üzerine Erzurum’a hastaneye yakın bir yerde ikamet etmek üzere Alvar’dan ayrılmış ve hayatının sonuna kadar Erzurum’da kalmıştır. Hayatı boyunca ilim ve irfan faaliyetleriyle meşgul olan Anadolu’nun yetiştirdiği ender şahsiyetlerden olan Efe Hazretleri, 12 Mart 1956 tarihinde Erzurum’da vefat etmiştir. Cenazesi Alvar Köyüne, babası Hâce Hüseyin Efendi’nin yanına defnedilmiştir.

Tasavvufî Kişiliği

Muhammed Lütfî Hazretleri, yukarıda da bahsi geçtiği üzere Nakşibendiyye Tarikatı’nın Hâlidîyye koluna mensup olup babasıyla beraber Bitlis’e Küfrevî Dergâhı’na ziyarete gitmiş ve Muhammed Küfrevî Hazretleri’ne olan bağlılıklarını ve biatlarını bildirmişlerdir. Nitekim Efe Hazretleri’nin manzum eserlerinden de tasavvufi kişiliği ön plana çıkmaktadır. Muhammed Küfrevî Hazretleri, Muhammed Lütfi’nin babası Hâce Hüseyin Efendi’ye halifelik icâzeti vermiş, Muhammed Lütfi’yi ise kendisine yardımcı tayin etmiştir. Muhammed Küfrevî Hazretleri, Efe Hazretleri’ne ayrı bir sevgi beslemiş ve ona: “Muhammed Efendi! Seni evladımız Abdulbaki’den ayırt etmedik” demiştir.  Kendisinden sonra halifelik verdiği oğlu, Seyfeddin Efendi’yi Bitlis’e götürmüştür. Seyfeddin Efendi, Şeyh Abdulbâki Efendi’den hırka, Şeyh Nesim Efendi’den ise Küfrevî Tacı giymiştir.

HULÂSATÜ’L HAKĀYIK VE MEKTÛBÂT-I HÂCE MUHAMMED LUTFÎ

Hakikatlerin Özü ve Hâce Muhammed Lutfî’ nin Mektupları anlamına gelen eser, Muhammed Lütfî Hazretleri henüz hayatta iken kendisi tarafından sohbetlerinde, vaazlarında, mektuplarında ve konuşmalarında geçen şiirlerdir. O, hayattayken böyle bir eser yazma girişiminde bulunmamıştır. Halifesi ve aynı zamanda oğlu olan Seyfeddin Efendi babasının vefatından sonra dağınık halde bulunan şiirleri bir araya getirmiştir. Hulâsatu’l-Hakāyık, Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşan, muhtevası tasavvuf olan, Alvarlı Efe Hazretlerinin tasavvufî kişiliğini ve İslam düşüncesini ortaya koyan tamamı manzum olan bir eserdir. İlk neşri 1974 yılında yapılan eser daha sonra iki defa basılmıştır. Eserin mukaddimesi ve son bölümdeki “Hidayet Bahçeleri” bölümü Seyfeddin Mazlumoğlu’na aittir. Geri kalan bölümler Efe Hazretleri’nin şiirlerini içermektedir. Eser, toplam yirmi bölümden ve on iki mektuptan oluşmaktadır. Eser yoğunlukla Allah, Peygamber, Ehl-i Beyt, Sahabi, Evliya, Kerbelâ ile özel gün ve geceleri konu alır.

RA KĀFİYESİNDE GEÇEN TASAVVUFÎ TERİMLER

Ağyâr

Muhammed hürmeti reddetme bizi

Dergâh-ı rahmetten seddetme bizi

Ağyâr zümresinden addetme bizi

Ey keremler kâni merhamet buyur.

Ağyâr kelimesi, Arapça kökenli bir kelime olup gayr kelimesinin çoğuludur. Başkası, el, yabancı anlamlarında kullanılır.  Genelde Tasavvuf ’da özelde ise Alvarlı Efe Hazretlerinin kelime dünyasındaki karşılığı ise Hakikati bilmeyen ve ehil olmayan manasına karşılık gelir.

Ârif

Men a ref meyhânesinde mu‘tekif mestâneler

Mey-i vahdet nûş edince ârifân ağlar güler.

Beyitte geçen Ârifân kelimesinin kökü Arapça eklemeli olarak da Farsça’ya ait bir kelimedir. Zira Ârif kelimesi, Arapça sezgisel yönüyle bilen, irfan sahibi kişi, Allah’ı hakkıyla bilen kişi demektir.  Ârifân ise Farsçada çoğul anlamında Ârifler anlamına gelmektedir. Tasavvuf ıstılahı olarak ise bütün gayretini Allah için harcayan, sahip olduğu mârifetin, Allah’ın bir lûtfü olarak kendisinde gerçekleştiğini bilen kişi anlamında kullanılmaktadır.

Aşk-Ma’şûk

Mâşûkundan her ne gelse âşıka

Kevser-i cennet’dir rûh-i fâika

Verirler hediye elbet lâyıka

Sadr-ı esrârına âşinâ eyler.

Farsça bir kelime olan aşk “sarmaşık” anlamına gelir. Sevgi duyulan şeye yoğun bir sevgi içerir seven “âşık” sevilen ise “Ma’şûk” olarak isimlendirilir. Tasavvuf ilminde ise “ulaştığı yerdeki her şeyi ateşin yaktığı gibi yakıp kavuran, kavurduktan sonra kendisinden başka bir şey bırakmayıp her şeyi kendisi yapan şeydir” denilmiştir.

Bâde

Cismin hayâtı cân ise rûhun hayâtı bâdedir

Lutfî bu bâdeyi içen iki cihân görmez keder.

Farsça bir kelime olan “Bâde” içki, şarap ve kadeh manalarında kullanılır. Divân edebiyatında asıl manasıyla kullanılsa da Tasavvuf’ da aşk, sevgi ve ilâhî sevgi manalarında kullanılır. Nitekim bu beyitte de Alvarlı Efe Hazretleri “Bâde” yi bu anlamda kullanmıştır.

Bekâ-Fenâ

Fenâya kılma îtibâr

Bekāda yap âlî diyâr

Her dü-serâ ol bahtiyâr

Mevlâdan al Mevlâ’ya ver.

Fenâ, fani, geçici anlamına Bekâ ise bâki ve sonsuz anlamlarına gelmekle beraber Tasavvuf ıstılahında Fenâ ile insandaki kötü hasletlerin yok olması, Bekâ ile de insanın güzel huylar edip buna devam etmesidir. İnsanda bu iki hasletten bir bulunmaktadır.

Cezbe

Eğer bûy-i muhabbet alsa bir cân

Yanında hâk-veşdir dürr ü mercân

Gelür cezbe düşer câne heyecân

Hakîkatde olan kurbân gönüldü.

Arapça kökenli olan “cezbe” kelimesi çekmek manası gelmektedir. Yani Allah’ın kulunu kendi huzuruna çekmesi manasına gelir.  Tasavvuf literatüründe ise kulun beşerî özelliklerden çekilip İlâhî özellikleri kazanarak, vahdet tecellilerini müşâhede etmesi anlamında kullanılır. Cezbe vehbîdir, kulun çabasıyla oluşmaz.

Cinân

Hakk’ı seven dil ü cân

Aşkı ede heyecân

Fethola bâb-ı cinân

Bayram o bayram olur.

Alvarlı Efe Hazretlerinin çok kez kullanmış olduğu “Cinan” kelimesi cennetler, cennet bahçeleri anlamına gelmektedir. Tasavvufta “Bağ-ı Cinan” kavramı çokça kullanılır.

Dergâh

Âdet-i kadîm sâilini şâd eder Allah

Cânımız olan dergâha kurbân bize besdir.

Farsça kökenli olan “Dergâh” kelimesi kapı, eşik, sığınılacak yer ve makam anlamına gelmektedir. Tasavvuf literatüründe seyr-i sülûk faaliyetlerinin icra edildiği yer ve Şeyh Efendi ve dervişlerin ikamet ettiği büyük tekkelere dergâh denir.

Derviş

Dervîşlerin vardır âlî himmeti

Dervîşler gedâyı sultân ederler

 

Dervîşler Allah’ı sever gönülden

Halka-i zikirde meydân ederler

 

Dervîşlerin nûr-i îmân yüzünde

Berk urur göreni hayrân ederler

 

Sehâvet şecâat gayret tevekkül

Hidâyeti kalbde mihmân ederler

 

Dervîşler cündullah olmuş bâtında

“Nasrun minallah”dan ihsân ederler.

Farsça kökenli olan derviş kelimesi kelime anlamı itibariyle “muhtaç, yoksul kimse ve dilenci” manalarına gelir. Tasavvuf ilmi, sistematik bir ilim hüviyetine kavuştuktan sonra derviş kelimesi, zâhidi, sûfiyi ve tasavvufu ifade eden Arapçadaki fakr veya fakir kelimelerinin yerine kullanılagelmiş ve zamanla daha geniş bir anlamı ifade eden bugün çoğunlukla tarikat mensupları için bu unvan kullanılmıştır. Yine başka bir ifadeyle; kalbinden yaradan dışındakileri çıkarıp tüm azasıyla dinin emir ve yasaklarına uyan, dünya malına muhabbet beslemeyen kişi olarak tanımlanmıştır. Yunus Emre’nin şu ifadeleri de Derviş’in ne olduğunu bizlere çok güzel açıklamaktadır.

Dervişlik didükleri hırkayıla tâc değül,

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâç değül.

Devran

Cân zinde olsa elbet cesedde devrân eyler

Dil zevkı bulsa elbet cemâli seyrân eyler.

Devran kelimesi Arapça kökenli olup, dönmek manasına gelir.  Cehri zikri esas alan tarikatların zikir meclislerinde bu faaliyet dönerek icra edilir. Meleklerin göğün etrafında ve hacıların Kâbe’nin etrafında dönmesine benzetilir.  Alvarlı Efe Hazretleri, Hulâsatü’l Hakayık adlı eserinde bu kelimeyi çokça zikretmesinin bir sebebi ise Nakşibendiyye Tarikatı dolayısıyladır. Devran Nakşibendî Tarikatında yapılan sesli zikrin adıdır.

Divane

Dîvâneler âh eylese

Derd ile Allah söylese

Âkıller anı anlasa

Âhı eder Arş’a güzâr.

Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Divane” kelimesini de sıklıkla kullandığını görmekteyiz. Farsça kökenli olan Divane kelimesi delilik, akli melekeleri kullanamama anlamına gelmektedir. Tasavvuf ıstılahı olarak ise ilâhi aşka duçar olan           âşıkın, aşkına yenik düşüp iradesini elinde tutamaması anlamında kullanılmaktadır.

Esrâr

Lisânü’l-gayb olan ârif sana sırrın nihân söyler

Bu esrâr-ı İlâhî’yi gönülden bî-dehân söyler.

Sır, nefsin farkında olmadığı Hakk’ın gāip kıldığı şeydir. Arapça kökenli olan kelimenin çoğulu Esrâr manasını taşır. Tasavvufta ise “Sır, hakkın gizli kıldığı ve halkı kendisine muttali kılmadığı şeydir. Halkın sırrı Hakk’ın vasıtasız olarak muttali kıldığı şeydir. Hakk’ın sırrı ise sadece Hakk’ın muttali olduğu şeydir. Halkın sırrı Hakk’ın vasıtasız olarak muttali kıldığı şeydir. Hakkın sırrı ise sadece Hakk’ın muttali olduğu sırdır.

Fakr

LUTFİYÂ cân ile düş yâr-i kadîm dergâhına

Fakr u fenâyı bulan sultâne ülfet mi eder.

Fakr, Arapça kökenli bir kelime olup “fakirlik, yoksulluk ve bir şeye mâlik olmama” anlamına gelmektedir.  Ebu Muhammed Cerirî: “Mevcûd olanı kaybetmemek için mevcûd olmayanı talep etmektir.” demiştir. Bu açıklamadan anladığımız fizyolojimiz tehlikeye düşmedikçe birilerinden rızk talebinde bulunmamak manasına gelmektedir. Alvarlı Efe Hazretleri ve mürîdlerinde olduğu gibi birçok tasavvufî öğretinin temelini oluşturmuştur.

 Fütûhât

Şürûh-i metn-i kalbi ârif-i Mevlâ olandan sor

Fütûh-i ilm-i vehbî kâşif-i eşyâ olandan sor.

Fütûhât kelimesi Arapça kökenli olup “feth” kelimesinin çoğuludur. Açılışlar anlamına gelmektedir. Tasavvufî bir ıstılah olarak ise sâlike hak tarafından sır hicâbının açılmasıyla kemâl hallerinin zâhir olması haline denir. Bu terim nefs ve ruh durumuna göre farklılık tecelliler sağlar. Nefs ile hemhal olan feth’e ilim, ruh ile hemhal olanına ise ma’rifet adı verilir. Örneklendirecek olursak, İbnü’l- Arabî’nin el-Fütûhâtü’l- Mekkiyye’si Mekke’de kendisine gelen ilham, sezgi ve keşfler olduğu için bu adı almıştır. Alvarlı Efe Hazretleri’nin ise şiirlerinde ve konuşmalarında geçen “fütûhât” kelimesi ma’rifet anlamıyla kullanılmıştır.

Füyûzât-Feyz

Molla Celâleddin nehr-i füyûzât

Vâridâtı kâmil sâhib-fütûhât

Aşk-ı Mevlâ ile olmuş zuhûrât

İbn-i Arabî ile meydân iledir.

Feyiz, Arapça kökenli bir kelime olup “taşmak” manasına gelir. Tasavvuf literatüründe ise İlâhî tecelli anlamında, kulun çaba ve gayreti olmadan kalbe gelen bilgi ve manevi durumdur. Ancak meydana gelen bu varlıklar cevherlerindeki imkân sebebiyle yok olmakta ve yaratıcının feyzi sayesinde aynı zamanda var olmaktadır.  Vahdet-i Vücûd felsefesinde büyük önem taşıyan feyz kavramını yine bu felsefenin önemli temsilcisi olan İbnü’l- Arabî, feyz-i-akdes ve feyz-i-mukaddes diye iki kısımda ele almıştır. Feyz, her an tecelli etmekte, varlıklar ise bu tecelli sayesinde var olmaktadırlar Füyûzât ise bu kelimenin çoğulu olup kalbe dolan feyizler manasındadır. Alvarlı Efe Hazretleri bu kavramı birçok yerde kullanmaktadır.

Gedâ

Cihân şîr-i Hudâ’dan hâlî olmaz

Gedâlar sâhibi şâhâneler var.

Gedâ kelimesi Farsça kökenli olup dilenci manasına gelmektedir. Tasavvufî bir terim olarak ise sâlikin ilâhi tecellilere muhtaç olmasını ifade eder.   Alvarlı Efe Hazretleri’nin babası Hâce Hüseyin Efendi yazmış olduğu şiirlerinde “Gedâî” mahlasını kullandığı için kendisine “Hüseyin Gedâî” denilmiştir.

Hırka

Var hırkanı başına çek uzlet tarîkın dut

Bu dîni tâc et re’sine hurmet tarîkın dut

Kur’ân’a itâatdeki gayret tarîkın dut

LUTFÎ hidâyet almağa himmet tarîkın dut

Bir bezme devâm et ki safâsız demesünler

Bir şerbeti nûş et ki şifâsız demesünler.

Hırka, tasavvuf literatüründe mürşidle mürîd arasında bir bağ ve mürîdin kendisi ile nefsi arasında, bir mürşidin hakemliğini kabul etmesi için bir nişanedir. “Hırka Giyme” Tasavvuf ilmine dair sembollerin en önemlilerindendir. Sâlik, hırka giydiği vakit, mürşidin emir ve nasihatlerini dinlemeyi ve nehyettiği şeylerden de uzak durmayı kabul eder. Hülâsa nefsini eğitmesi için kendini mürşidine teslim eder. Hırka giyme olayı tarikatlarda yaygın olarak kullanılan ritüellerden olduğundan Alvarlı Efe Hazretleri’nin de şiirlerinde kullanması “Hırka Giyme” nin kendi tarikatında da var olduğunu göstermektedir.

Hil’at

Kerem-rûler kerem-şândır Kerîm ismine mazhardır

Tecellî hil‘atin giymiş sere şems-i seâdetdir.

Elbise anlamında olan Hil’at kelimesi Tasavvuf literatüründe yakınlık alameti taşımakta ve Allah’ın salike nimet ve fazl-ı kerem vermesini ifade eder.

Himmet

Kerem-i Kerîm’den olur merhamet

Açılur İslâma ebvâb-ı rahmet

Enbiyâ evliyâ ederler himmet

Efrâd-ı mü’minân müşekker olur.

Arapça kökenli olan himmet kelimesi “bir şeye niyet etmek, onu istemek ve bir şeyi yapmaya azmetmek” anlamında kullanılır.  Kulun bir şeyi elde edebilmek için olanca gücüyle Allah’a yönelmesi halidir. Bu durumda kul Allah’a dua eder ve Allah da kulunun bu durumuna icabet eder ve bu hal vuku bulur.

İhsan

Kullar ki kullara ede ihsânı

İhsân ile göre insân insânı

Zuhûr eyler merhamet-i Sübhânî

Kullarına sultân bayramlık verir.

İhsan, bir şeyi güzel bilmek ve güzel etmek manasına gelir. Tasavvufî bir terim olarak ise her ne kadar Allah’ı görmüyorsa da onun huzurundaymış gibi samimi ve içten bir şekilde O’na ibadet etmesidir. Aynı zamanda Tasavvufî bir makam olan İhsan’da sâlik, Allah’ın isim ve sıfatlarını düşünmek durumundadır. Allah’ın huzurundaymış gibi bir duruş sergiler. İhsan sahibi olan sâlik, bu makamda olduğu için şükretmelidir.  Zira bu davranış tasavvufî geleneğin edeplerindendir.

İhvân

Muhammed Lutfî’yi dilşâd eyleye

Kayd-ı mâsivâdan âzâd eyleye

Cümle ihvânımı ir şad eyleye

Her anda bir Allah nev-şân gösterir.

Arapça kökenli olan “ihvân”kelimesi kardeşler manasında kullanılmış olup, Râ Kafiyesinde Alvarlı Efe Hazretleri’nin tarikatının mensubu olan sûfîlere verilen lakaptır Alvarlı Efe Hazretleri, şiirlerinde çok kez “ihvân” kelimesini kullanmaktadır.

İlham

Ravza-i dildir ezelden men aref dershânesi

Hall-i müşkil eyleyen ilhâm-ı şe’n dildedir.

İlham, tasavvuf ilminin temel yapı taşlarından birini oluşturmakla beraber Allah’ın veli veya sâlih kulunun kalbine verdiği gaybî bilgilerdir. Allah Resulü ilhamı talep etmiş ashabına da sâlih amel işleyip ilhamı istemeyi öğütlemiştir. Beş duyu organıyla dış dünyanın gerçekliğini algılayan insan manevi yönüyle de gayb ve melekût âlemini öğrenir.  Nitekim bildikleriyle amel edenlere Allah’ın bilmediklerini de öğreteceğini söylemiştir.

İlm-i Ledün- İlm-i Bâtın

Men aref dersinde ilm-i ledünnî

Ârif-i billâhlar bilür metnini

Mâmûr etdi Kur’ân ins ile cinni

Tarîk-ı tevhîdde nişân gösterir.

Muhammed Zâhid’in şânı vâlâdır

İlm-i bâtın âleminde a‘lâdır

Dervîş Muhammed’in zikri Mevlâ’dır

Mâsivâullahdan uryân iledir.

Alvarlı Efe Hazretleri’nin Râ Kafiyesinde birçok yerde kullandığı “ilm-i ledün ve ilm-i bâtın”, vahiy veya ilham yoluyla elde edilir. Bu ilim, vahiy vasıtasıyla peygamberlere, ilham vasıtasıyla ise sûfîlere verilir. Çalışmakla elde edilmeyen bu bilgi Allah’ın takdiri iledir. Tasavvuf ilmiyle iştigal edenler bu şekilde ilham olunan bilginin kesinliğine inanırlar. Marifet, ilm-i vehbî diye farklı şekilde isimlendirilir.

İnsân-ı Kâmil

Ârif Rivgerevî rükn-i tarîkat

Hâce Mahmûd ise mihr-i mârifet

Hâce Ali âyîne-i hidâyet

Bu merâtib kâmil insân iledir.

İnsân-ı Kâmil, olgun ve yetişmiş insan manasına gelir. Tasavvuf literatüründe ise İnsân-ı Kâmil kavramı bütün kemaliyle güzellikleri ve olgunlukları kendisinde bulunduran kişidir. O da Hz. Muhammed‘dir. Çünkü Âlem-i Vücûdda Hz. Muhammed kadar kemâliyle taayyün eden başka bir kimse daha dünyaya gelmemiştir.  Başka bir deyimle yaratılmışlar içerisinde Hz. Muhammed’de bulunan bir faziletin aynısı başka bir varlıkta yoktur.

İnzivâ

Doğar havf-i Hudâ’dan ilm-i hikmet kalb-i âgâhe

Gönülde inzivâ eyler muhabbetle tökünmekdir.

İnzivâ kelimesi, bir köşeye çekilip Allah’ı anmak, nefsin isteklerini reddedip onu tezkiye ve kalbi tasfiye etmek için bir yerde yalnız kalmak demektir.  Tasavvuf yaşantısında inzivâ önemli bir husustur. Seyr-i sülûk içerisinde inzivâya önemle yer verilir. Çünkü insanın nefsini temizleyip derin bir tefekkür etmesi ancak yalnız başınayken mümkün olabilmektedir.

Îsâr

Dünyâ ve mâ-fîhâ değer ehl-i nazardan bir nazar

Kenz-i dile şâyestedir ısır eder dürr ü Güher.

Sâlikin başka bir sâlik arkadaşı için kendi nasibinden vazgeçip kendini arkadaşına tercih etmesidir. Arkadaşının rahat edebilmesi için kendisinin zorluğa karşı göğüs germesidir. Kuran-ı Kerim’ de geçen şu ayetler Îsâr’a güzel bir örnek oluşturur.  “Onlar, kendileri muhtaç bile olsalar, başkalarını kendilerine tercih ederler. ”

İrfan

Aklı olan bilir hatâ sevâbı

Güneş-veş meydânda Hakk’ın kitâbı

Emrullahı dutan görmez itâbı

İrfân tarîkıyle aldım hitâbı

Giderim cennete iki bir yokdur

Husn-i zannım Hâlik’ıma pek çokdur.

Arapça bilmek anlamında kullanılır. Lakin bu bilme şekli ilim öğrenme yoluyla değil de sezgisel anlamda ilham yoluyla bir öğrenmedir. Vehbî olarak elde edilir.  Anadolu’ da tasavvufî hareketlerin çoğalmasının bir sonucu olarak “Anadolu İrfanı” diye bir deyim oluşmuş ve bu tasavvuf etkisi bir medeniyet halini almıştır.

Kerâmet

Halka-i pîrâne el at

Nûr-i bahr-i tevhîde bat

Ehl-i tarîka kendin kat

Tevhîddedir kerâmetler.

Kerâmet, Âdetullah ve Sünnetullah dediğimiz doğa kanunlarının ötesinde olan olaylardır. Allah’ın veli olan kullarına nasip ettiği olağanüstü hal ve olaylar olarak tanımlanabilir. Mucize de aynı şekilde bu minvalde değerlendirilir şu farkla ki mucize, Peygamberler yoluyla, kerâmet ise evliyâ yoluyla gerçekleşir. İslâm ulemasının birçoğuna göre kerâmet câizdir. Kerâmetin gerçekleşmesi, kerâmet sahibi kişinin mânevi hallerinde doğruluk üzere olduğunun kanıtıdır. Zira Sehl b. Abdullah Tûsterî şöyle demiştir: “Kırk gün süreyle samimiyet ve ihlâsla zühde devam eden kişide Allah tarafından birtakım kerâmetler zâhir olmaya başlar. Kimden böyle bir şey zâhir olmamışsa bu onun zühdündeki sadakat ve ihlâs noksanlığındandır.”

Kesret

Lutfî gibi ey nûr-i dil düşme bu kesret iline

Gel âkıbet-endîşi ol geçer gider devr-i kamer.

Kesret kelimesi çokluk manasına gelip vahdet’in zıddıdır. Varlığın mevcudatını kendinden bilmek, onu müstakil varlıkla var görmeye denir. Mahlûkātın varlığını Allah’tan bilmeye de vahdet denir. Tasavvufta söylenegelen meşhur kesrette vahdeti görmek tabiri ise yaratılan her şeyde Allah’ı görmek demektir.

Kurbiyyet

Herbir derdin elbet dermânı vardır

Dermân ise derde dâimâ yârdır

Erbâb-ı derd olan bil bahtiyârdır

Derd ile kurbiyyet intihâ eyler.

Yakınlık veya yakın olmak anlamına gelen Kurb, Tasavvufî bir ıstılah olarak vaktinin çoğunu ibadetle geçirmek, emirlere uymak ve yasaklardan sakınarak Allah’a yakın olmak demektir. Bu yakınlık kulların zâtî yakınlığı değil de kalbin tasfiyesi ve nefislerin tezkiyesi sonucu insanın ruhunun huzur bulup yaratana yakınlaşmasıdır.

Mahviyyet

Hâce Mahmûd Vehbî dillere dildâr

Râh-i şerîatde oldur şehsüvâr

Zühd ü takvâ mahviyyetde nâmdâr

Âlim-i hakîkat devrân iledir.

Sözlükte mahvetmek, silmek ve yok etmek anlamlarında kullanılan “mahviyyet”, tasavvufi bir terim olarak alışılan sıfatları ve huyları ortadan kaldırmak olarak kullanılır. Bu kavram Tasavvuf ilmi içerisinde “İsbât” (Mahv-İsbât) kavramı ile beraber kullanılır. İsbât ise ibadetlerin hükümlerini yerine getirmektir. Sâlik sahip olduğu hal ve davranışlarından, kötü huylarını uzaklaştırır ve bunların yerine övülen iyi ve güzel huylara bürünürse, o vakit sâlik Mahv ve İsbât sahibi olur.

Makâmât

Nice yüz bin makāmâtı terakkî eylese âşık

Tasavvuf neşrine me’mûr olur mu bunu bilmekdir.

Tasavvuf ilmi içerisinde “Makam” kavramı sâlikin ibâdet, mücâhede,riyâzet  ve uzlet gibi konularda Hakk’ın huzurunda bulunduğu manevi makamdır. Ebû Bekir Vâsitî’ den “Ruhlar saf olmuş askerler gibidirler.” Hadisini sordular ve şöyle dedi: Saf olmak, ruhların muhtelif makamlarda bulunmasını anlatır. O makamlarda tevbe, vera’, zühd, fakr, sabır, rıza, tevekkül ve benzerleridir.

Mârifet

Gözlerin doldurmuş mârifet nûru

Bulmuş mârifetle bâkî huzûru

Cennet-i âcildir zevk u sürûru

Mârifet bahrinde dürdâneler var.

Mârifet, tanımak ve bilmek anlamını taşır. İlham, keşf, sezgi ve mânevi tecrübe ile elde edilen bilgiye “Mârifetullâh” denir. Akla ve nassa dayanmayan zâhiri bilgiye de mârifet denir. Bu şekilde Allah’ı bilip tanıyan kişiye “Ârif-i Billâh” denir. Cüneyd-i Bağdadî der ki: Marifet iki türlüdür: a)Ta’arruf (tanınma) yoluyla olan mârifet ve b)Ta’rif (tanıtma) yoluyla olan mârifet. Ta’arruf’un manası şudur: Cenab-ı Allah kullarına kendisini tanıtır.  Ta’rif’in ise manası şudur: Cenab-ı Allah kullarına kudretinin eserlerini dış dünyada ve insanın iç dünyasında maddi ve mânevi âlemlerde kendisini göstermesidir. Bahşedilen bu lütuf sayesinde eşya, bir yaratıcısının olduğunu muhatap olana haykırır. Kısaca Ta’arruf Allah’ ı doğrudan, Ta’rif ise bir kanıt veya delil vasıtasıyla tanımaktır.

Meczûb

Nedir Leylâ’daki câzib eder âkılleri meczûb

Tecellî burcudur dilber görüp şâdân olandan sor.

Cezbe halini almış, tasavvufî manada yüksek mertebeye erişmiş kişi için kullanılan bir kavramdır. Sâlik seyr-i sülûk aşamasını geçtikten sonra cezbe halini alır.  Cezbe’de akli melekeler bir tarafa bırakılır tamamen duygusal bir yoğunluk vardır.

Muhabbet

İlticâ eylerler kirâmü’n-nâse

Muhabbet eylerler Allah-şinâse

Îtibâr eylerler elbet esâse

Kullarına sultân bayramlık verir.

Tasavvuf ilminin temel konularından biri olan Muhabbet terimini Efe Hazretleri çokça kullanmıştır. Muhabbet terimi için tasavvuf ilmi içerisinde çok çeşitli tanımlamalar yapılmıştır. Ebû’l Hüseyin en-Nûrî, perdeleri yırtmak ve hakikate erişmek, Muhammed b. Ali el-Kettanî, yapılan bütün tercih haklarını sevgili lehine kullanmak olarak tanımlamışlardır. İbn’ül-Arabî’ ye göre, hakiki mahbûb sadece Hak’tır. Sevgi duyulan şeyler O’nun cemâlini yansıttığı için bunlara duyulan sevgi de ilahi sevgi kapsamında yani Muhabbetullah’tır.

Mürşid

Ol mürşid-i din Mîr-i Nigârî’ye muhabbet

Mîrâs-ı pederim bana gülbârımı bir gör.

Mürşid, arapça kökenli bir kelime olup Tasavvuf terimi olarak irşâd eden, yol gösteren kişi demektir. Mürşid, müridin yeteneğine, ahlakına ve yaşantısına nazar ederek onu kurtuluşa varacağı bir program hazırlar ve yönlendirir. Sâlik, seyr-i sülûkünü mürşidin hazırlayacağı yöntem üzere başlar ve bitirir.

Nazar

İbret nazarıyle bir nazar eyle

Bu kâinât bir Mevlâ’yı gösterir

Hubb-i mâsivâdan sen hazer eyle

Bu nukûşât bir nakkāşı gösterir.

Nazar, sözlükte bakmak, düşünmek ve incelemek anlamına gelmektedir. Tasavvufî bir ıstılah olarak ise “göz kalbe tabiidir” anlayışıyla nazar edilen şeylerin ne olduğunu bilmek ve ona göre nazar etmektir. Nazar edilen şey şerîate aykırı ise gönül kirlenecektir.  Nakşibendiyye tarikatinde ise nazara farklı bir önem atfedilmiştir. Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (v.617/1220) tarafından ortaya konulan prensiplerden biri de “Nazar ber-Kadem” dir. Bunlara genel anlamda “Kelimât-ı Kudsiyye veya Kelimât-ı Nakşibendiyye” denilir. Nazar ber-Kadem, bakışı ayaklara teksif etmek anlamına gelmekle beraber, kalbin mâsivâ ile meşgul olmaması için önüne bakarak yürümesidir. Sâlikin kendinden yüksek mertebede olanlara bakıp isyankâr olmaması, kendisinden aşağıda olanları da görüp şükretmesi ve gücü nispetinden onlara yardım etmesi diye tarif edilmiştir. Tarikat içerisinde alçak gönüllüğü ve kanaati temsil eden bir prensiptir.

Nefs

Vahdet gülünü dermiş

Dil bağçesini görmüş

Nefsin belini kırmış

Merdâne gelir erler.

 

Nefs, bir şeyin varlığı (kendisi) anlamındadır. Tasavvufî bir terim olarak ise kulun kötü özellikleri ve yerilen ve zemmedilen huy ve fiilleri anlamına gelir.  Mutasavvıflar nefsi özelliklerine göre birçok taksimata tabii tutmuşlardır. Genel kabul göre tasnif şu şekildedir: Nefs-i Emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülheme, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Râziye, Nefs-i Merziyye ve Nefs-i Kâmile. Bunlara Atvâr-ı Seb’a da denilmektedir.

Nübüvvet

Habîb-i Kibriyâ Ahmed-i Muhtâr

Sultân-ı selâtîn zevi’l-îtibâr

Nûrullahdan mahlûk oldu bahtiyâr

Nübüvveti sâbit Kur ’ân iledir.

Nübüvvet, peygamberlik demek olup Allah’ın seçmiş olduğu yola insanları kavuşturan kimse anlamına gelir.  İmam Gazalî’nin belirttiği gibi: “Nübüvvet ilâhi bir bağış ve Rabbâni bir lütuftur, çalışmak ve uğraşmakla elde edilmez.” Nübüvvet, verâsetle olmadığı gibi zorlamayla ve zoraki kuvvetle de olmaz. Rabbâni bir doğuş ve melekûtî anlayış eseridir ki buna özel anlamda vahiy, genel anlamda ilm-i ledünni denir.

Rızâ

Belâya sabreden kazâya rızâ

Cennet-i a‘lâdır sabrına cezâ

Fâtımetü’z-Zehrâ câr-ı Mürtezâ

Firdevs ravzasına mülâkat eyler.

 

Rızâ, her ne tecelli ve zuhûr ederse etsin o gelene boyun eğmektir. Tasavvufî makamlardan olan “Rızâ” makamların sonuncusudur.

 Sâlik

Şerîatle olan dînine mâlik

İlm ü hayâ ile dutan mesâlik

Allah ile olan olur mu hâlik

Emr-i tarîkatle giden bir sâlik

Giderim cennete iki bir yokdur

Husn-i zannım Hâlik’ıma pek çokdur.

Sâlik yolcu demektir. İbnü’l Arabî’ ye göre sâlik, makamlara haliyle yükselen kişidir. Tasavvuf ehline göre ise sâlik Allah Teâla’ya ulaşmak(vuslat) için güzel ahlak sahibi olmaya çalışan kişidir.

Sekr

Şerâb-ı vuslata vâsıl olanlar buldular devlet

Aceb sermest ü sekrândır ne çeng ü ne rübâb ister.

Sekr, esasında aklın sarhoşluk sebebiyle işlevini bir süreliğine yitirmesidir. Tasavvuf ilmindeki kullanımı ise kalbe gelen güçlü bir keşf ve ilham sebebiyle sâlikin duyarlılığını yitirip kendinden vazgeçmesi halidir. Kuşeyrî’nin ifadesiyle tecellilere mazhar olunca sekr meydana gelir ruh mahbûbuna iştiyak duyar, kalp ilâhi aşkla mesrûr olur.

Seyran

Cân zinde olsa elbet cesedde devrân eyler

Dil zevkı bulsa elbet cemâli seyrân eyler.

Seyr, lügatte yürümek, gitmek, gezmek manalarına gelir.  Tasavvufî bir terim olarak ise Allah’a ulaşmak(vuslat) üzere yapılan yolculuğa “Seyr” denir.  Seyrin, yani bu mânevi yolculuğun dört mertebesi vardır: 1)Seyr-i İlallâh, 2) Seyr-i Fillâh, 3)Seyr-i Ma’allâh ve 4)Seyr-i Anillâh. Bu manevi dereceler mürîdin tedrici olarak tırmandığı ve her yükselişte Allah ile arasındaki perdelerin kalkamaya başladığı bir şekilde devam eder.

Tarikat

Seyyid Ahmed Rufâî’nin şânı var

İlam ü hilm ü kâmil bin bürhânı var

Tarîkati Hak’dır cân kurbânı var

Emr-i şâmil pîr-i pîrân iledir.

Tarikat, lügatte yol anlamına gelir. Tasavvuf ıstılahı olarak mürşid nezâretinde, mürîdin, Allah’a ulaşma noktasında takip ettiği usûl ve metoda Tarikat denir. Ayrıca daha sonraki süreçte tasavvuf ilmi sistematik hale geldikten sonra bu usûl ve metodların icra edildiği yer anlamında kullanılmıştır.

Tevhid

Halka-i tevhîde gelin

Lezzet-i tevhîdi bulun

Cân u dilden zâkir olun

Hakk’a edüp inâbetler.

Tevhid, Allah’ı birlemek, bir ve tek olduğunu bilmek ve bunu idrak etmektir. Ebûl Hasan Bûşencî, Tevhid nedir? Sorusuna: “Allah’ın zâtında teşbih yoktur, sıfatları nefiy ve inkâr edilemez.” demiştir. Abdulkerim el-Kuşeyrî,  Cüneyd-i Bağdadî’ nin  şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Tevhid konusunda söylenen en şerefli söz Hz. Ebû Bekr (r.a)’in söylemiş olduğu şu sözdür: Tesbih ve Tenzih ederim O Allah’ı ki, kendisini tanımaktan aciz olma yolu müstesna, halkın kendisini tanımaları için bütün yolları kapatmıştır.”

Uzlet

Bel bağlama cânâ bugün ebnâ-yı zemâne

Her gördüğünü sanma mâlik kâmil îmâne

Uzlet tarîkın dut varagör dârü’l-emâne

Hâtif-i gayb böyle dedi düşme gümâne

Bir sohbeti gûş et ki safâsız demesünler

Bir şerbeti nûş et ki şifâsız demesünler.

Uzlet, lügatte ayrılık, başkalık, tezad, yan çizme, yana çekilme, toplumdan ayrılma gibi anlamlara gelir.  Tasavvuf ilmi içerisinde ise insanlardan hem mânen hem de maddeten uzaklaşıp, insanların şerlerinden emin olmak anlamına gelir.

Vâridât

Şems-i hüdâ kalbe doğar

Vâridât-ı hikmet yağar

Sırr-ı esmâ kalbe sığar

Zâkirler pervâne döner.

Vâridât, kelime anlamı olarak gelen anlamına gelir. Tasavvufî bir terim olarak sâlik irade etmeden, bir çaba harcamadan ve istemeden kalbine gelen manayı ifade eder. Kısaca Allah’ tan gelen feyz ve ilhamlar vâridât olarak isimlendirilir.

Velâyet-Evliyâ

Evliyâyı medheylemiş bir Allah

Kur’ân’da nazar et hasbeten lillâh

Evliyâ sebebdir tevfîk minallah

Velîye intisâb Kur ’ân iledir.

Evliyâ, seven, dost, çok sadık olan, arkadaş, yardım eden gibi manalara gelen “Veli” kelimesinin çoğuludur. “Evliyâ”- “Velâyet” ise bahsi geçen bu durumun tasavvuf ilmi içerisindeki makamıdır. Tasavvufî bir ıstılah olarak ise Veli Allah’ın dostudur. Allah da onun dostu ve yardımcısıdır. Allah için sever ve Allah için düşman edinir. Yaptığı tüm fedakârlıkları Allah için yapar.  Yine Zünnûn el-Mısrî (r.a) demiştir ki: “Sûfî (Veli), (dünya adına bir kaygı ve endişesi olmadığı için) hiçbir arzu ve isteğin kendisini yormadığı, alınacak hiçbir şeyin de kendisini yormadığı kimse ve her şeye karşı Allah’ı tercih eden, Allah’ın da her şeye karşı kendisini seçip sevdiği kimsedir.”

Vuslat

Bahr-i mârifetin kenârı yokdur

Vüsûl-i vuslatın menzili çokdur

Sâdıklara sanma bu yol ırakdır

Lutfî vâsıl olmuş mestâneler var.

Vuslat, lügat manasıyla varmak, ulaşmak anlamına gelir. Allah, sâlike Rabbânî fetihte bulununca, kulun murad ettiği şeye ulaşması halinde vuslat hasıl olmuş olur. Yoksa bedenen gerçekleşen bir vuslat söz konusu olamaz.

Zikir

Zâkirler zikr ile ülfet ederler

Tarîkat-i Hakk’a doğru giderler

Gönülleri Hakk’ın nûriyle dolmuş

Vücûdu zikr ile pür-nûr ederler.

Zikir, tasavvufî bir terim olarak Allah’ı anmak ve O’nun ism-i ilâhisini anmak anlamında kullanılır. Tasavvufun önemli özelliklerinden olan zikir, sâliki gafletten koruyan mânevi bir zırhtır. Ayette de belirtildiği üzere kalpler ancak zikir sayesinde huzur bulur. Sâlik zikre devam ettiği sürece dünyaya karşı duyduğu rağbet yok olur ve yerini Allah sevgisi alır.

Zühd

Hâce Mahmûd Vehbî dillere dildâr

Râh-i şerîatde oldur şehsüvâr

Zühd ü takvâ mahviyyetde nâmdâr

Âlim-i hakîkat devrân iledir.

Zühd, dünyaya, maddeye ve menfaate meyil vermemek, bu gibi şeylere karşı isteksiz davranmaktır. Cüneyd-i Bağdadî: “Zühd, elde malın, kalpte mal arzusunun bulunmamasıdır.” demiştir.  Ebû Talib el-Mekkî de: Kim nefsini hevadan alıkoyarsa o, dünyayı tercih etmemiş olur. Dünyayı tercih etmemesi de “Zühd” olur. Buna göre zühd, nefsi bütün kötü arzulardan alıkoymak manasında anlaşılmalıdır.

SONUÇ

Alvarlı Efe’nin vaaz, sohbet, şiir ve çevre muhitlere gönderdiği mektuplardan oluşan eserinin Ra Kāfiyesinin genel olarak tasavvufî kavramlardan oluşan bir metin örgüsü içerdiği değerlendirilebilir. Metnin genelinde nesirden ziyade nazıma dayalı bir yapının göze çarptığı eser, Alvarlı Efe’nin tasavvufî anlayışının genel hatları hakkında da bazı ipuçları içermektedir. Özellikle zikir, evliya, bayram, Kerbelâ, Ehl-i Beyt ve Muharrem ayı ile Ramazan ayı gibi bazı kavramların daha sık kullanılması önemli ipuçları içermesi itibariyle önemlidir.  Ra Kāfiyesi, daha çok vaaz ve irşâd amacıyla derlenen bir eser olarak kabul edilebilir. Ancak bu vaaz ve irşâd gayesi tasavvufî bir anlayışla harmanlanarak metne dökülmüştür. Alvarlı Efe’nin tasavvufî bir eğitim ve altyapıya sahip olması bu durumu gayet anlaşılır ve makul kılmaktadır. Metin, doğal olarak Alvarlı Efe’nin zihinsel ve ilmi dünyasını yansıtan bir yapıda oluşmuştur.Alvarlı Efe’nin Nakşibendî tarikatının Hâlidî koluna mensup bir tasavvuf anlayışına sahip olduğu bilinmektedir. Onun bu anlayışa sahip olmasında başta babasın Hâce Hüseyin Efendi olmak üzere Küfrevî Dergâhı piri Muhammed Küfrevî ve oğlu Abdülbâki Efendi fazlasıyla etkili olmuştur. Bundan dolayı onun tasavvuf anlayışında yukarıda zikredilen kavramların sık kullanılması bir tesadüf olmayıp bilinçli bir tercih olsa gerektir. Şiirlerinde özellikle Ehl-i Beyt ve Kerbelâ temalarını çokça işlemesi onun Ehl-i Beyte yönelik beslediği hürmet ve muhabbetin bir tezâhürü olarak değerlendirilebilir. Dört halifenin de sıkça işlenen bir unsur olduğu göze çarpmakla beraber Hz. Ali’nin daha ayrı bir konumda durduğu söylenebilir. Bu durumda Şiilikteki gibi bir aşırı yüceltmeden ziyade bir hürmet ve muhabbet halinin ziyadeliğinden söz edilebilir.

KAYNAKÇA

Abdulkerîm el-Cîlî. İnsan-ı Kâmil. İstanbul: İz Yayıncılık, 2., ts.

Kuşeyrî, Abdulkerim. Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risalesi. İstanbul: Dergah Yayınları, 7., 2014.

Altıntaş, Hayrani. Tasavvuf Tarihi. Ankara: Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, 2., 1991.

Apak, İlhan. Dini Terimler Sözlüğü. 2 Cilt. İstanbul: İhlas Yayıncılık, 1., 1998.

Apak, İlhan. Dini Terimler Sözlüğü. 2 Cilt. İstanbul: İhlas Yayıncılık, 1. Basım, 1998.

Cebecioğlu, Ethem. Tasavvuf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Ağaç Yayınları, 5., 2009.

Ebû Nasr Serrâc Tûsî. el-LÜMA’ -İslâm Tasavvufu. İstanbul: Erkam Yayınları, 2016.

Ebû Tâlib el-Mekkî. Kûtü’l-Kulûb (Kalplerin Azığı). 4 Cilt. İstanbul: Semerkand Yayınları, 8., 2016.

Eraydın, Selçuk. Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: İFAV yayınları, 12., 2016.

Erginli, Zafer. Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Kalem Yayınevi, ts.

Hâce Muhammed Lutfî. Hulâsatüʼl-Hakāyık Ve Mektûbât-I Hâce Muhammed Lutfî. İstanbul: BİKSAD Yayınları, 6., 2013.

Hemedânî, Aynülkudât. TEMHİDÂT Aşk ve Hâkikat Üzerine Konuşmalar. İstanbul: Dergah Yayınları, 2., 2016.

İz, Mahir. Tasavvuf. İstanbul: Rahle Yayınları, 1., 1969.

Kavak, Abdulcebbar. Mevlânâ Hâlid-i Nakşibendî ve Hâlidîlik. İstanbul: Semerkand Yayınları, 2., 2017.

Kelâbâzî. Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf. İstanbul: Dergah Yayınları, 5., ts.

Kutlu, Hüseyin. Hâce Muhammed Lutfî Hâyatı,Şahsiyeti ve Eserleri. İstanbul: Damla Yayınevi, 1., 2006.

Selvi, Dilaver. İslâmî Kaynaklarda Velâyet ve Kerâmet. İstanbul: Hoşgörü Yayınları, 1., 2012.

Suad el-Hakim. İbnü’l Arabî Sözlüğü. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1., 2005.

Şihâbuddîn Sühreverdî. Avârifü’l Meârif. İstanbul: Semerkand, 7., 2010.

Tek, Abdurrezzak. Tasavvufî Mertebeler -Hâce Abdullah el-ensârî el-Herevî. Bursa: Emin Yayınları, 1., ts.

Türer, Osman. Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi. İstanbul, 3. Basım, 2015.

Yazıcı, Tahsin. TDV Ansiklopedisi. İstanbul: TDV Yayınları, 1994.

Yılmaz, Hasan Kâmil. Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar. İstanbul: Ensar Yayınları, 19. Basım, 2015.

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu