Filistin Gerilimi Ekseninde Kudüs’ün Hukuki Durumu

  1. Genel Olarak Kudüs Gerilimi

1917 yılında Birleşik Krallık tarafından Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetinin sona erdirilmesinden ve Balfour Deklarasyonu ile siyasi bir Yahudi yapılanmasının teşvik edilmesinden itibaren Kudüs, Ortadoğu’nun en önemli düğüm noktalarından biri haline gelmiştir.

Birleşik Krallık, Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’nin 22/4 maddesine aykırı bir biçimde, Filistin halkının isteklerini dikkate almadan 1922-1947 yılları arasında mandater rejimi uygulayarak kadim toprakları yönetmiştir.

İngiliz manda yönetiminin uygulanması, bizzat Birleşik Krallığın desteklediği Balfour Deklarasyonu’nun etkisini arttırmış ve büyük Yahudi göçleri Filistin topraklarına yönlenmiştir. Bu yönlenme neticesinde göçlerin Filistin toprakları üzerindeki mütecaviz etkisi, Yahudiler ve Müslüman Araplar arasında şiddetli çatışmalar ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Vuku bulan çatışmalarda manda yönetiminin etkin olmayan tavrı, şiddetin daha derinleşmesine ve isyanlara sebebiyet vermiştir. Şiddetin tırmanmasının ardından manda yönetimi, BM talebiyle ve Birleşik Krallığın çekilmesiyle sona ermiştir.

1947 yılında Filistin topraklarını iki parçaya bölen ve Kudüs’ü Birleşmiş Milletler himayesinde uluslararası bir yönetim öngören “BM Genel Kurulu 181 sayılı Corpus Separatum Kararı”, 14 Mayıs 1948 yılında gerçekleşen bağımsızlık ilanı ve İsrail’in diğer devletlerce tanınması, İsrail’in devletleşme sürecinin taşlarını döşemiştir. Bunun yanında, İsrail’in bağımsızlık ilanı, Arap dünyasında büyük tepkilere yol açmış ve bu topraklara yönelik askeri müdahaleler ile sonuçlanmıştır. Askeri müdahaleler neticesinde gerçekleşen Arap-İsrail mücadelesi 1949 yılında yeni bir ateşkes rejimi öngörmüştür. Bu duruma göre BM paylaşım planı gerçekleşmemiş ve de-facto olarak Doğu Kudüs’ün kontrolü Ürdün’e, Batı Kudüs’ün kontrolü İsrail’e geçmiştir. Bu durum her ne kadar Ürdün ve İsrail için geçerli bir kontrol paylaşımı olarak kabul edilse de uluslararası toplum tarafından BM paylaşım planına uymadığı için kabul edilmemiştir.

Bununla birlikte 1949 yılına gelindiğinde İsrail, şehir üzerinde tam bir hakimiyet sağlamamasına rağmen Kudüs’ü ebedi başkent olarak ilan etmiştir. Bu ilan hem müzakere çabalarını etkisiz hale getirmiş hem de Ürdün’ün 1950 yılında Doğu Kudüs’ü ilhak etmesini ve bu ilhakın az sayıda devlet tarafından tanınmasını sağlamıştır. Tüm bu gelişmelere rağmen diğer dünya devletleri, Ürdün ve İsrail tarafından Kudüs’te statü oluşturacak hiçbir faaliyeti geçerli olarak kabul etmemiştir.

1950 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 303 sayılı kararı ile Kudüs’ün uluslararası bir hüviyette olması, dini mabetlerin serbest bir biçimde kullanılması ve şehrin BM gözetiminde uluslararası bir biçimde yönetilmesini öngörmüştür. Bu karara göre, Kudüs ve kutsal mabetler, İsrail ve Ürdün’e ait olmayacaktır. Bunun yanı sıra Kudüs şehri askersizleştirilerek BM kontrolünde insan haklarına ve özgürlüklerine saygılı ve tarafsız bir biçimde yönetilecektir.

1967 yılına dek süren de-facto durum, Altı Gün Savaşları ile İsrail lehine değişmiştir. Savaşın müdafi galibi olan İsrail, Kudüs şehrinin tamamını hem fiilen hem de uluslararası hukuka aykırı olarak yönetim yetkisi kapsamına almıştır. Buna karşın İsrail, Kudüs’ün tamamının yetki kapsamı içine dahil etmenin somut bir işgal anlamına gelmediğini ve kutsal mabetlerde ibadetin serbest olduğunu Arap ülkelerine ve BM’ye bildirmesine rağmen, uygulamada ve Anayasa Mahkemesi kararında Doğu Kudüs’ü tamamen İsrail devleti sınırları içine dahil etmiştir. İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgali ardından şehrin doğu kısmından çekilen Ürdün ile yaptığı anlaşma gereği, El- Aksa ve dini alanların yönetimi sus payı olarak Ürdün’e bağlı Mescid-i Aksa Vakfı tarafından gerçekleştirilmeye başlanmıştır.

Bununla birlikte İsrail, Doğu Kudüs’te gerçekleştirdiği sayımda yer alan Filistinli Araplara Kudüs’te kalıcı olarak ikamet etme hakkı vermiştir. Sayıma katılmayanlar ise Kudüs’te ikamet etme hakkını kaybetmiştir.

İsrail’in bu adımlarındaki temel amacı, saldırıya uğrayan taraf olarak başarı elde ettiği bir savaşın toprak kazanımı için hukuki bir sebep oluşturduğu fikrini makul göstermek ve Kudüs’ü bu anlayış doğrultusunda başkent olarak kabul ettirme düşüncesidir. Bu düşünceye göre, Ürdün 1948 yılında Doğu Kudüs’ü hukuki bir uygunluk sebebi olmadan işgal etmiştir. İsrail ise Altı Gün Savaşları’nın galip ve müdafi tarafı olarak Kudüs üzerinde doğrudan ve somut hâkimiyet hakkı tesis etmiştir. İsrail’in bu hayalci fikri, diğer dünya ülkeleri tarafından makul bulunmamış ve Kudüs İsrail’in başkenti olarak devletler nezdinde tanınmamıştır.

Her ne kadar BM ve diğer dünya devletleri nezdinde Doğu Kudüs Altı Gün Savaşları ile hukuken (De Jure) İsrail’in kontrolünde olamayacağı kabul edilse de Batı Kudüs’te İsrail’in mevcudiyeti ve denetimi kabul edilmektedir. Anlaşılacağı üzere uluslararası toplum bakımından sorun Doğu Kudüs’ün gayri meşru sahipliği iken; Araplar, Müslümanlar ve Yahudiler için temel sorun bir bütün olarak Kudüs’ün sahipliğinin elde edilmesidir.

1980 yılına gelindiğinde İsrail Meclisi (Knesset); hükümetin, devlet organlarının, meclisin, yüce mahkeme merkezinin Kudüs olduğunu ve Kudüs’ün idari bağlamda başkent olduğunu gösteren “Kudüs Yasasını” çıkarmıştır. İsrail’in fiili olarak Doğu Kudüs’ü işgali ve Kudüs’ü başkent ilan edişi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 20 Ağustos 1980 tarihinde aldığı 478 sayılı karar ile kınanmıştır. Ayrıca bu kararla BM, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak algılanmasının engellenmesi için Kudüs’te yer alan İsrail nezdindeki tüm diplomatik misyonların Tel Aviv’e taşınmasını talep etmiştir.

1993 yılında ise Filistin ve İsrail karşılıklı olarak birbirlerinin Filistin toprakları üzerinde varlıklarını tanımış ve Oslo Anlaşması’nı imzalamışlardır. Bu anlaşma serisine göre taraflar birçok hususta barışçıl yolları tercih edeceklerini ve Kudüs’ün statüsü hususunda uygun zeminde anlaşacaklarını beyan etmişlerdir. Fakat İsrail Oslo barış görüşmelerindeki tavırlarının aksine, fiiliyatta Filistinlilerin Kudüs üzerinde etkinliğini azaltmaya çalışmaya devam etmiştir.

2017 yılına gelindiğinde ise ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu ilan etmiş ve Amerikan Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınma isteğinin 1995 yılından beri var olduğunu belirtmiştir. 2018 yılında ise elçilik Kudüs’e taşınmıştır. ABD’nin bu adımı stabil olmayan Kudüs’te statükonun daha da bozulmasına sebebiyet vermiştir. Bu karara yönelik tepkiler, konsolosluk ve elçilik binalarının yalnız egemenlik alanı içerisinde mümkün olabileceğini ve aksinin uluslararası diplomatik ilişki kurallarına aykırı olacağını ortaya koymaktadır. Kudüs’ün herhangi bir devletin egemenliğinde bulunmayacağı BM tarafından kararlaştırılmışken, Kudüs’ün ABD tarafından başkent ilan edilmesi ve elçiliğin şehre taşınma kararı alınması uluslararası hukuka ve teamüllere aykırılık içermektedir.

2018 tarihinde ABD’nin Kudüs kararı sebebiyle Filistin Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmuştur. Bunun yanında Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı 2019 yılında İsrail’in Filistin topraklarında işlediği savaş suçlarıyla ilişkin incelemesini tamamlamıştır. İnceleme ardından verilen kararda; Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün, soruşturmaya dahil edilen Filistin toprakları içerisinde yer almaktadır. Bu Kararda İsrail’in itirazlarının aksine, Oslo Anlaşması’nın Filistin’in işgal edilmesi durumunu değiştirmediğini ve mahkemenin yargı yetkisini engellemediği belirtilmiştir.

 

  1. Şeyh Cerrah Mahallesi ve Kudüs

Nekbe Felaketinin ardından 1956 yılında Ürdün Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile BM Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı bir anlaşma kapsamında bazı Filistinli Arap aileleri Kudüs’e yerleştirmiştir. Fakat Ürdün’ün kontörlü altında olduğu 50-67 yılları arasında söz konusu ailelerin meskûn olduğu mülklere dair hak sahipliğine işaret eden bir tapu teslim edilememiştir. Altı gün Savaşları’nın ardından İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgal etmesi, Doğu Kudüs’te yer alan Şeyh Cerrah Mahallesi’nin de kaderini değiştirmiştir.

1972 yılında Aşkenaz ve Sefarad Yahudilerine ait komiteler, evlerin inşa edildiği arazilerin Yahudilere ait olduğunu iddia etmişlerdir ve bu kapsamda evlerin tahliye edilmesini istemişlerdir. 1885 tarihine uzanan bu sorun, Filistinli Araplar nezdinde eski Osmanlı kayıtlarına ve evraklarına ulaşılarak kanıtlarla çözülmeye çalışılmıştır. Fakat İsrail mahkemeleri bu kanıtları farklı gerekçelerle kabul edilmemiştir. Bunun yanında Ürdün; Şeyh Cerrah Mahallesi’ndeki ikamet edenlerin resmi evraklarını, BM yazışmalarını ve Filistinlilerin haklarını korumalarını sağlayan tüm belgeleri temin etmiştir. Fakat İsrail Mahkemesi bu belgeleri dahi dikkate almamıştır.

İsrail Sulh Mahkemesi, yerleşimcilerin talebi üzerine 2019’da Şeyh Cerrah Mahallesi’nde ikamet eden Filistinli ailelerin, evlerini yerleşimciler lehine boşaltmaları yönünde karar vermiştir. Ailelerin itirazı üzerine karar temyiz edilerek yeniden mahkeme sürecinin başlaması kararlaştırılmış ancak İsrail Mahkemesi, şubat ortalarında itirazları reddetmiştir ve yerleşimcilerle anlaşmaları için Filistinli Arap ailelere 6 Mayıs’a kadar süre tanımıştır. Temyize müteakip İsrail Yüksek Mahkemesi’nde görülen duruşmada, nihai karar haziran ayına ertelenmiştir.

BM, Doğu Kudüs’te İsrail tarafından gerçekleştirilen tüm zorunlu tahliyelerin derhal sona erdirilmesi gerektiğini ve bu fiillerin savaş suçu sayılacağı konusunda uyarıda bulunmuştur.

Avrupa Birliği, AMESTY vb. diğer uluslararası örgütler, İsrail tarafından gerçekleştirilen tahliyeleri ve yıkımları; İnsan hakları hukuku ve insancıl hukuk bakımından hukuka aykırı kabul etmektedir.

Tüm bunların yanında Filistin’deki Mandater yapının ardından BM eliyle yeni iki parçalı bir sistemin kurulması, İsrail’in Kudüs’te egemenliğinin varlığına dair çeşitli hukuki görüşlerin ortaya çıkmasını neden olmuştur.

İlk görüşe göre, Kudüs BM paylaşım planına uygun olarak özel yönetim şekliyle tarafsız biçimde yönetilmelidir. Birçok ülke paylaşım planını esas almakta ve Kudüs’te İsrail hakimiyetini tanımamaktadır.

Bir görüşe göre, Birleşik Krallık mandater devletinin sona ermesi ile birlikte İsrail, Arap- İsrail savaşları neticesinde Kudüs’te meşru yollar kullanarak bir kontrol alanına sahip olmuştur. Bu sebeple Batı Kudüs’te ve diğer noktalarda uluslararası hukuka uygun bir biçimde statü oluşmaktadır. Fakat bu durumun kabulü kendi geleceğini tayin hakkıyla çelişmesi hasebiyle uluslararası hukuka aykırılıklar içermektedir.

Diğer Bir görüşe göre, Manda yönetimi kurulurken Filistin halkının dilek ve talepleri dikkate alınmadığı için mandater yönetim uluslararası hukuka aykırı biçimde oluşturulmuştur. Bu sebeple, yalnız Kudüs değil tüm Filistin Filistinlilere aittir.

Başka bir görüşe göre, Kudüs üç İbrahimi dinin önemli bir merkezidir. Dolayısıyla 3 ibrahimi din temsilcilerini içeren tarafsız bir yönetim tarafından yönetilmesi düşünülmektedir.

  1. Sonuç

İsrail’in uluslararası hukuka aykırı fiilleri uluslararası sistemi ve dünya barışını tehlikeye atmaktadır. Keza sürekli çatışma ihtimalinin olması ve İsrail’in küstah eylemlerine beynelmilel yaptırımların yapılmıyor oluşu uluslararası hukuka ve sisteme olan güveni sarsmaktadır. İsrail’in gerçekleştirdiği orantısız güç kullanımları, işgalci Yahudi göçleri ve haksız yapı inşası gibi farklı metotlar Kudüs’ün Statüsünü bozmaya yönelik ciddi hamlelerdir. Gerek BM Şartı ile askeri güç kullanımının ve toprak kazanımının yasaklanması gerek geleceğini tayin hakkının çiğnenmesi İsrail için bir anlam ifade etmiyor olsa da dünya düzeni için hala önemli ilkelerden biri olarak gözükmektedir. Bu kapsamda devletler, uluslararası konjonktür bağlamında BM sisteminin devamını istedikleri ölçüde İsrail’i uluslararası hukuka uygun hareket etmeye ve Kudüs’te işgali bitirmeye zorlamalıdır.

İsrail’in göç hareketlerini dizayn etmesi ve Yahudiler lehine Kudüs’te demografik dengeyi değiştirme çabaları uluslararası sözleşmelere ve hususen Oslo Sözleşmesi’ne aykırıdır. Keza Kudüs’ün bölünmesi ve duvar inşası meselesinde Uluslararası
Adalet Divanı tavsiye kararına göre İsrail sivilleri koruma yükümlülüğünü Cenevre Sözleşmesine aykırı şekilde yok saymaktadır. Kötü muamele yasağı, özel mülkiyetin korunması, yaşam hakkı gibi temel insani hakları İsrail için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Ev ve iş yerlerine el konulması Roma Statüsü ’ne aykırı bir biçimde savaş suçu ve açık bir insancıl hukuk ihlali olarak kabul edilebilecektir.

Sonuç olarak, Filistin topraklarında İsrail’in işgalci olduğu ve bilhassa Şeyh Cerrah Mahallesi’nde yerleşimcilerin hak sahipliği bulunmadığı su götürmez bir gerçekliktir. Filistinlilerin kendi geleceklerini tayin etme haklarının (Self Determinasyon) uluslararası hukuk bakımından bir buyruk kuralı olduğu (Jus Cogens) unutulmamalıdır. İsrail’in meşru bir sebebe dayanmayan ve kabul görmeyen talepleri bu kapsamda geçersiz bırakılmalıdır. Bu sebeple bir an önce uluslararası hukuku çiğneme eğiliminde olan İsrail, uluslararası toplum tarafından BM tavsiyelerine uygun şekilde yalnızlaştırılarak çözüme yaklaştırılmalıdır. Filistin ve Kudüs sorununu çözemeyen BM sisteminin çok geçmeden kendini tarihin tozlu raflarında bulması muhtemel gözükmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu