Seküleri̇zm Post-seküleri̇zm Bağlamında Türki̇ye’nin Son 20 Yılı

Genel olarak makalemizde iki konu üzerine yoğunlaşacağız bunlardan birincisi Türkiye seküler bir toplum mudur post- seküler bir toplum mudur? İkinci olarak Türkiye’nin kurumsal anlamda din-devlet ilişkileri nasıl olmalıdır? Konunun daha iyi anlaşılması için ilk olarak kullanacağımız sekülerleşme, sekülerizm, post-sekülerizm kavramlarını açıklayarak başlamak daha yerinde olacaktır. Sekülerleşme genel anlamda belirli bir toplumda belirli bir zaman dilimi içerisinde dinin, dini yapıların ve kutsalların bireylerin gündelik yaşamına daha az etki etmesi, bireylerin yaşamında bu yapılara daha az referans vermesi anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile sekülerleşmeyi dünyevileşme olarak da tanımlayabiliriz. Ancak burada önemle bahsedilmesi gereken husus, sekülerleşmeden kasıt dinin tamamen yok olması değil dini hassasiyetlerin azalmasıdır. ‘‘Sekülerizm ise devlet kurumlarında dinin devre dışı bırakılmasıdır. Başka bir ifade ile dini kamusal alanın dışında itilerek politik, kültürel eğitimsel gibi kamusal alanlarda dinin hiçbir şekilde referans oluşturmamasıdır’’. Post-sekülerizm ise, ‘‘hem dini olanın kendi çoğulculuğuyla, hem de dünyevi olanın tüm çoğulcu karakteriyle arzı endam etmesi anlamına gelmektedir. Diğer bir ifade ile dini olanla seküler olanın bir arada olması dinin bireysel alanda sınırlı kalması yani devletin din ile uzlaşı halinde olmasına post- sekülerlik demekteyiz’’.

İlk olarak Türkiye özelinde seküler bir toplumda mı yaşıyoruz yoksa post- seküler bir toplumda mı yaşıyoruz? Bu toplumda din-devlet ilişkisi nasıldır? Onu analiz etmeye çalışacağız. Bu analizi yaparken bir toplumun sekülerleşmiş ya da sekülerleşmemiş olduğunu yine o topluma ve belirli bir zaman dilimi bağlamında bakarak sonuca ulaşabiliriz. Bunun için son yirmi yıl bağlamında Fazilet partisi, Refah partisi ve devamında AKP iktidarı ile devam eden süreci yazımızın başında ifade ettiğimiz kavramlar çerçevesinde, niceliksel ve niteliksel verilere de yer vererek Türkiye toplumunun ne aşamada olduğunu inceleyeceğiz. İlk olarak çalışmamızda 1999lu yıllarda yapılan bir araştırmadan veriler kullanarak devam edeceğiz. 1999lu yıllarda yapılan bir araştırmada halkın % 97 sinin Müslüman olduğu görülmektedir. Ancak bu yıllarda Müslüman kimliğinin öne çıkmasından daha çok Türk kimliğinin ya da diğer vatandaşlık kimliklerinin ön plana çıktığını görmekteyiz. Araştırmada genel olarak Türk halkının Müslüman olduğunu ve ibadetlerini yerine getiren bir halk olduğun görülmektedir. Görüşülen kişilere sorulan bir soruda kendini ne derecede dindar gördükleri irdelenmiştir. Cevaben %31,2si kendini çok dindar olarak tanımlarken hiç dindar değilim ya da pek dindar değilim diyenlerin oranı %12,4lerde orta derecede normal şekilde inancıyım diyenlerin oranı ise %54,9 oranlarındadır. İbadet alışkanlıkları sorgulandığında toplumda genel olarak cemaatle ya da toplu(Cuma namazı) halde ya da belirli bir zaman dilimi içerisinde yapılması gereken ibadetlerin(oruç) daha çok dikkate alındığı ve daha çok uygulandığı görülmektedir. Ancak 5 vakit namaz gibi günlük ibadetlerin uygulanmasında uygulamayanlara göre bir düşüklük söz konusudur. Sayısal verilerle ifade etmek gerekirse %92,1lik kesim oruç tutmakta %84,2lik kesim bazen Cuma namazına gitmekte buna karşın günlük kılınan 5 vakit namaz ise yaklaşık olarak %46lık bir kesim tarafından yerine getirilmektedir. Yine bu yıllarda ibadetlerin dini yaşayışların halkın büyük kesimi tarafından kişisel yaşamları ile sınırlı olmakta, dinin kamu yaşamını etkilemesi ise desteklenmemektedir. Gariptir ki Müslümanların çoğunlukta olduğu bu toplumda halkın % 67 gibi büyük bir kısmı dini hayatın kamu hayatını etkilemesi kabul görmemekte hatta %60 gibi büyük bir kesim de din temelli siyaset yapılmasını uygun bulmamaktadır. Buna karşın laik cumhuriyet devrimlerinin destekleyenlerin oranı %73 lerdedir. Aynı şekilde nasıl dinin kamu hayatına etki etmesinin istenilmediği gibi devletin de dini hayata müdahale etmemesi gerektiği düşünülmektedir. Laik kesimle din temelli siyaset yapan yani siyasal İslam taraftarlarının karşı karşıya gelmesinin en büyük nedenlerinden birisi kadın konusudur.

Kadınların kamusal hayata katılımı, erkeklerle aynı işyerlerinde aynı ortamda çalışması ve özellikle başörtüsü konusu siyasal İslam ile laiklik savunucu partileri veya laik kesimi karşı karşıya getirmektedir. Bu yıllarda Laik kesimi kaygılandıran İslami bir devlete dönüşmek ve kadınların zorunlu olarak kurumlarda başörtüsü takması meselesidir. Müslüman bir ülkede yaşanılması hasebi ile Türkiye’de kadınların sokağa çıktıklarında başını örtme (bu çarşaf, eşarp, başörtü) oranları, %73 gibi yüksek bir orandadır buna karşın %27,3 gibi bir kesim başını örtmemektedir. Yine kamu alanlarında bulunan devlet memuru ve öğrenciler gibi kadınların başlarını örtmesine izin verilmesinin gerektiğini düşünenler %75 gibi büyük bir kesimi oluşturmaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere genel olarak ibadetlerin dini vecibelerin yaşanmasında toplum temelinde bir karşı çıkış yoktur. Ancak konumuzun başında da aktardığımız üzere dinin kamu düzenine müdahalesine itiraz vardır. Genel olarak devletin başörtüsü yasağına karşı çıkan çalışma saatini Müslümanlar için kutsal gün olan Cuma günü Cuma namazına göre düzenlenmesini isteyen, ramazan ayında içki satışının yasaklanmasını isteyen%67,2 gibi büyük bir seçmen kitlesi tuhaftır ki dinin siyaseti ve devleti yönlendirmesini hoş karşılamamaktadır. Bu yıllar da din temelli siyaset yapan ve çeşitli gerekçelerle birkaç partisinin kapatıldığı milli görüş hareketi yani Refah Partisi yine kapatılmasının gerekçelerinden biri olarak halkı inananlar ve inanmayanlar olarak ayırdığını ve bir siyasi kutuplaşmaya yol açtığı iddia edilmektedir. Bu iddiayı halkın yaklaşık olarak %36,9luk bir kısmı doğrulamakta iken %39,1lik bir kesim bu iddiaya katılmamaktadır. Devletin dinin toplumsal yaşamdaki yerini düzenlemekte önemli bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılıp kaldırılmamasına yönelik yapılan çalışmada %81,7lik büyük çoğunluk kaldırılmaması gerektiği kanaatini sunmuştur. Daha öncede ifade ettiğimiz üzere bir toplumun seküler olup olmadığını belli bir zaman dilimi içerisinde incelememiz gerektiğinden bu edindiğimiz verileri 2006 yılında yapılan bir başka çalışmayla karşılaştırmak yerinde olacaktır.

Öncelikle laik kesimle İslamcı kesimin en çok görüş ayrılığına düştüğü bir konu olan türban konusu bu yıllarda çok çetin tartışmalara konu olmuştur. Özellikle devlet dairelerinde, devlet memurluklarında veya okullarda türban takılması önemli bir sorun teşkil ettiği, türban takmanın bir siyasi simge olduğu laik kesim tarafından çokça dile getirilmiştir. İslamcı kesim taraftarları ise türbanın veya başörtüsünün siyasi bir imge değil dini inanışın bir gereği olduğu bundan dolayı kamusal alanda da kullanılmasında herhangi bir sorun olmayacağını ifade etmiştir. Bu ifadelerle halk tarafından büyük bir sorun olduğu zannedilen başörtüsünün Türk halkı nezdinde öncelik sırasında çok daha gerilerde olduğu toplumun %3,7lik bir kısmı tarafından türbanın önemli bir sorun olduğu vurgulanmaktadır. Türk halkının bu yıllarda farklı öncelikleri olmasına rağmen konumuzun dışına çıkacağından dolayı Türk toplumunun geçen bu 6 yıllık süreç içerisinde türban, başörtü, eşarp konusunda ne aşamada olduğunu görmek konumuzun gidişatı açısından oldukça önem arz etmektedir. Yaptığımız karşılaştırmada sokağa çıktığında başını örten kadınların oranı 1999 yılında %73 gibi yüksek bir oranda iken 2006 yıllarında bu oranda bir sekülerleşme görülerek bu oran %63,5 gibi %10luk bir düşüş yaşamıştır. Sonrasında 2010 yılında yapılan bir araştırmaya baktığımızda örtünme oranının %71lere çıktığını görmekteyiz. Tekrar 2006 yılına bakacak olursak araştırma bulgularının aksine toplumda genel bir kanı olarak %64 gibi büyük bir kesim tarafından örtünme oranında bir yükselme olduğu düşünülmektedir. Bu bulgularda yine birkaç hususu ifade etmekte fayda var. Bu hususlar türban, eşarp veya başörtü gibi örtü çeşitlerden herhangi birini takanlarda kırsaldan kente doğru gidildikçe bir azalma görülmektedir. Yine aynı şekilde gelir düzeyi yükseldikçe 1999 yılına göre 2006 yılında örtünme konusunda bir düşüş yaşanmaktadır.

1999 yılında sorulan bir diğer soru kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz sorusu idi. Cevaben %36lık kısım kendini Müslüman olarak tanımlamaktayken 2006 yılında bu oran %45 civarlarına yükselmiştir. Yine kendini toplumda çok dindar olarak tanımlayanların oranı 1999 yılında %6larda iken 2006 yılında yapılan araştırmada %13’e yükselmiş 2008 yılına gelindiğinde ise %15-18 civarında olduğu görülmektedir. Ancak bu tanımlamanın bir sekülerleşme ya da de-sekülerleşmeden ziyade eğitimsel ve bilinçsel bir değişimden kaynakladığı kanaatinde olduğumu belirtmek isterim. Başka bir noktaya yoğunlaşmak gerekirse 99 yıllarında Laik kesimin dindar insanlara baskı yaptığı algısı kırılmıştır. Bu oran 1999’da %42 iken, 2006 yılına gelindiğinde %17’ye gerilemiştir. Dindar kesime toplum nezdinde karşılaştıkları tepki veyahut tavırlara önceye nazaran 2002li yıllardan sonra bir değişim olup olmadığı sorulduğunda halkın %50lik kesimi iyiye doğru bir görüş olduğunu ifade etmiştir. Yine 99 yıllarında sorulan başka bir soru din temelli bir siyaset yapılmasının halk nezdinde nasıl karşılandığına dairdi. Bu soruya o yıllarda yaklaşık olarak %61lik bir kesim din temelli siyaset yapanların olmaması gerektiğini savunmaktaydı. Ancak 2006 yılına gelindiğinde bir post-sekülerizm gerçeği görmekteyiz.

Din temelli siyaset yapılmaması gerektiğini savunanlar oranında bir düşüş meydana gelmiş ve bu oran %53,6lara gerilemiştir. Bunun düşüşte ki en büyük faktörün RP ve Fazilet partisinin siyaset yaptığı yıllardaki parti içindeki radikal söylemleri kararsız olan veya başka bir ifade ile orta kesimde duran halk tarafından tehlikeli görülmekte ve kabullenilmemekteydi. Ancak Fazilet partisinden ayrılarak Milli Görüş gömleğini çıkardım diyen Erdoğan’ın ve genel olarak AK parti kurucularının bu süreci çok iyi yorumlayarak politik söylemlerinde bir ılımlaşmaya gitmesi radikal söylemlerden kaçınması, laik kesime de laikmiş izlenimi vermesi hem dindar kesimden hem laik kesimden oy almasının önünü açmış ve ılımlı bir şekilde din temelli siyaset yapılmasına artık hoş bakılmaya başlanmıştır. Çalışmamıza 2017 yılında yapılan bir araştırmadan da bir takım veriler aktarmak yerinde olacaktır. İlk olarak nüfusunun %99 unun Müslüman olduğu Türkiye’de Allaha inanıyor musunuz diye bir soru sorulduğunda toplumun %86lık bir kısmı evet inanıyorum derken diğer %14 lük kısım kendini deist, ateist olarak ifade etmekte ya da bu soruya cevap vermemektedir. Yine ne tuhaftır ki başka bir soruda deneklere sorulan cennete gideceğiniz kesin olsa şuan ölmek ister misiniz diye bir soru yöneltildiğinde sadece %15lik bir kısım evet derken %65lik büyük bir kısım hayır demekte %20lik bir kısım ise çekimser kalmaktadır. Bayram, kandil veya Cuma namazlarının kılınması oranına baktığımızda %32lik bir kısım Cuma namazına gitmektedir. Ancak ne yazık ki 1999 yılında yapılan araştırmada yazımızın başında da ifade ettiğimiz üzere Cuma namazına bazen de olsa gidenlerin oranı %84,2lik bir kesimdir. Ramazan ayında oruç tutulmasına dair sorulan soruda %45lik kesim evet demekte %25lik bir kesim ise ramazanın bir kısmında oruç tuttuğunu %20lik bir kısmın hiç tutmadığını %10luk kısmın ise görüş belirtmediğini görmekteyiz. Ancak yine 1999 yılı ile karşılaştıracak olursak o yıllarda %92,1lik bir kesimin oruç tuttuğunu yazımızın başında ifade ettiğimiz üzere görmemiz mümkündür. Vermiş olduğumuz karşılaştırmalı bu dört veride Türkiye toplumunda inanç ve ibadet özelinde bir sekülerleşme meydana geldiğini açıkça görmekteyiz.

Ancak kurumsal anlamda düşündüğümüz de RP ve FP dönemlerinde görülen radikal söylemler ciddi bir laik dinci çatışmasını meydana getirmiştir. Bu zıtlaşma ile birlikte aslında Milli Görüş partilerinin daha dinci olduğu verilerde açık bir şekilde görülmekteyken kamusal alanda başörtüsü sorununu çözememesi ibadetlerin rahat bir şekilde eda edilememesi post- seküler bir dönemin yaşanmasında bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Aceleci ve radikal duruşu, din eksenli bir devlet kurma ve kamusal alanda dinin daha rahat yaşanabilmesi düşüncesine ket vurmuştur. AK parti iktidarı dönemine gelindiğinde AK partinin bu süreci görerek kendini rehabilite etmesi ve söylemlerinde bir ılımlılaşma görülmesi halkın yavaş yavaş bu duruma alışmasının önüne açmıştır. Daha önceleri en büyük sorunlardan birisi türban sorunu iken, türbanın kamusal alanda kullanımının bir siyasi simge taşıdığının iddia edilmekteydi. Ancak günümüz şartlarında bu iki tabanın yavaş yavaş birbirlerine hoş görüyle yaklaşması türban sorununu da ortadan kaldırmıştır.

İlk olarak 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül’ün eşinin başörtülü olması laik tabanda büyük bir problem olmasına rağmen Ak parti hükümeti yine bu süreci çok iyi kullanarak gücü eline aldıkça bu konuyu sindirerek yavaş yavaş tepkileri kırmıştır. Daha önceki yıllarda ordu tarafından da çok büyük bir tehdit olarak görülen ve karşı çıkılan başörtüsü O yıllarda Genelkurmay başkanı olan Yaşar Büyükanıt’ın Cumhuriyetin değerlerine sözde, değil özde bağlı olan bir kişinin cumhurbaşkanı olmasını temenni etmesi ve Devlet’in en yüksek makamı olan Cumhurbaşkanlığı makamına eşi başörtülü bir cumhurbaşkanının gelmesi ve başörtünün en yüksek makamlarda temsil edilmesi başörtüsü üzerindeki negatif algıyı kırmaya başlamıştır. Kısacası sonraki yıllarda artık yavaş yavaş Üniversitelerde, okullarda, Devlet memurluğunda yani kamusal alanda başörtüsünün serbest olması, dini ibare ve simgelerin daha görünür hale gelmesi Cumhuriyet dönemi ve yakın dönemde bunların katı bir şekilde reddedilmesine ve laiklik dışı görünmesine kıyasla post seküler bir dönem yaşadığımızı iddia etmek mümkündür. Yani toplumlar sekülerleşebilirken aynı zamanda post seküler bir dönemi yaşamak mümkündür. Nitekim Habermans’ın 2001 yılında söylediklerine bakacak olursak savımızı destekler niteliktedir. Habermans toplumların sekülerleşmesine rağmen dini toplulukların varlığının devam ettiğini iddia etmektedir. Yani post-seküler kavramı, sekülerliğin artık iflas ettiği veya rafa kaldırılması gerektiği anlamlarına gelmemektedir. Habermans’ın eleştirdiği husus, liberal devletin sadece dindar vatandaşlardan kimliklerini özel ve kamusal alanlara bölmelerini ve dini inançlarını seküler bir lisana tercüme etmelerini beklemesidir.

Makalemizin buraya kadar olan kısmında kavramları açıklamaya ve Türkiye’nin toplumsal ve kamusal olarak nerede durduğunu verilerle destekleyerek analiz etmeye çalıştık. Çalışmamızın bundan sonraki kısmında sekülerizm siyasi bir kavram olarak nasıl anlaşılmalı ve din devlet ilişkileri nasıl düzenlenmelidir bunun üzerine yoğunlaşmaya çalışarak makalemizi sonlandıracağız. Laik devletlerde, devlet politikası iki tip laiklik etrafında yoğunlaşmaktadır. Bu iki çeşit laiklik, ‘‘dışlayıcı laiklik’’ ve ‘‘pasif laiklik’’ olarak izah edilmektedir. Dışlayıcı laiklik de devlet dini tamamen kamusal alanın dışına iterek sadece özel alanla sınırlaması ve dışlayıcı bir yol izlemesidir. İkinci tür laiklik şekli olan pasif laiklik ise devletin, dinin kamusal alanda varlığına göz yumarak bu alanda daha pasif olmasını talep etmektedir.

Ahmet kuru kitabında dışlayıcı ve pasif laiklik uygulamaları ile ilgili 3 ülke üzerinde önemle durmaktadır. Bunlar Dışlayıcı laiklik uygulaması yürüten Fransa ve Türkiye, pasif laiklik uygulaması yürütenin ise ABD olduğunu söylemektedir. Dışlayıcı laiklik uygulamasının Fransa da hakim konumda olmasından dolayı pasif laiklik savunucuları ise muhalif durumdadır. Türkiye’ye gelindiğinde ise Laik kesim ile muhafazakâr kesimin bir çatışma halinde olduğunu ve devletin laik bir düzende olduğunu iddia etmektedir. Ve dolayısı ile de Türkiye’de de bir dışlayıcı laik hakim olduğu söz konusudur. Anayasal düzenlemelerine bakıldığında da bu durum açıkça görülmektedir. Nitekim Fransa ve Türkiye anayasalarında laiklik vurgusu yapılmışken ABD de ise Anayasa da bir resmi dinin ilan edilmesinin ya da yaşanmasının yasaklanamayacağını ifade etmektedir. Nilüfer Göle ise Türkiye de aşırı bir laiklik baskısı olduğunu ifade etmiş bu baskı beraberinde kamusal alanda zora dayalı bir laikleşmeyi ve dini sembollerin ve dini yapıların baskı altında kalacağını söylemektedir. Unutulmamalıdır ki egemen ideoloji ile muhalefet her zaman bir arada yaşamak mecburiyetindedir. Buna bağlı olarak ülkeler her zaman dışlayıcı laiklik uygulaması ya da pasif laiklik uygulaması üzerine yönetilemezler. Çünkü yaşam döngüsü ve tarihsel bağlam gereği iktidar olan muhalefet durumuna muhalefet olan iktidar durumuna geçebilir veya düşebilir. Kuru kitabında pasif ya da dışlayıcı laikliğin egemen olmasını devletlerin kuruluş sürecindeki koşullar ile açıklanabileceğini belirtmektedir. Hakim din ile monarşinin ittifakı yani devr-i sabık’ın varlığı Fransa ve Türkiye de cumhuriyetçi seçkinler tarafından dinin kamusal rolüne doğru bir eğilimin ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu eğilim ile birlikte dini kurumların ve cumhuriyetçilerin karşı karşıya gelmesi ile birlikte laikliğin egemen bir konuma geldiğini belirtmektedir.

ABD ‘de ise böyle bir durum yani devr-i sabık söz konusu olmadığından dolayı dini ve laik seçkinlerin bir araya gelerek uzlaşı sağladığını ve din ile devletin federal düzeyde ayrı olması konusunda hemfikir oldukları belirtilmektedir. Türkiye özelinde 28 şubat sürecinden sonrada devam eden egemen dışlayıcı laik ideolojinin belirtileri okullarda kamusal alanda başörtü yasağının olması, belirli yaştan önce çocukların kuran kurslarına gidememesi ve İmam Hatip liselilerinin önündeki katsayı problemleri örnek olarak gösterilebilir. Bunun aksine Laik düzen içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum işlevine bu yıllarda devam etmektedir. Buradan anlaşılıyor ki dışlayıcı laikliğin egemen olması durumunda bile devlet kontrolünde hakim din için tavizler verilebilmektedir. 1990lardan sonra özellikle AK parti döneminde dışlayıcı laikliğe karşı ciddi adımlar atılmıştır. Buna örnek olarak Hristiyan ve Museviler cumhuriyetin kurulmasından bu yana kısıtlamalara maruz kalmıştır. Ak parti yaptığı bir takım reformlarla bunların önünü açmış ve dinlere eşit mesabede olmaya özen göstermiştir. Başka bir örnekte dini mekânların isimlendirilmesinde bir değişiklik yaparak Cami yerine ibadethane sözcüğü kullanılmış bununla birlikte diğer dinlerin ibadethane açabilmesi önündeki engel kaldırılmıştır. Buna ilave olarak AB üyeliğine destek vermek ve dinlere karşı daha hoş görülü davranmak gibi pasif laik uygulamalarına önem verilmiştir. AK partinin ilerleyen yıllarda dışlayıcı laik için en büyük engel olarak gördüğü başörtüsü sorununu çözmesi, İmam Hatip Liselerinin önündeki katsayı engelini kaldırması, okullarda okutulan andları kaldırması, kuran kurslarına ve İmam Hatip Liselerine yenilerinin eklenmesi Türkiye’de artık dışlayıcı laikten pasif laikliğe doğru bir kaymanın olduğunun göstergesidir.

Kendi kanaatimce Din- Devlet ilişkileri bağlamında bu tür pasif laiklik uygulamalarıyla okullarda okutulan zorunlu din dersleri dışlayıcı laiklik uygulaması gibi kontrol amaçlı zorunlu şekilde değil seçmeli olarak öğrencilere sunularak kendi tercihlerine bırakılmalıdır. Başka bir mesele olan Diyanet Kurumu hakkında ise bu kurumun sadece hakim din için çalışma yapmaktan ziyade ya daha da genişletilmesi yada diğer dinler, mezhepler ve dini oluşumlar için yeni kurumlar açılmalı ve her tür inanış özgürce yaşanmalıdır. İsteyenin giyebilmesi için türban veya dini içerikli giysilerin de kamu kuruluşlarında görünür hale gelmesinde bir engel olmamalı ve özgürce giyilebilmesi sağlanmalıdır.

Devlet okullarında veya devletin denklik verdiği her tür okuldan mezun olan öğrencilerin istediği bölüme gidebilmesi, tercih yapabilmesi sağlanmalıdır. Özellikle medya alanında laik kesimi kışkırtacak dini demeçler vermekten veya tam dersi dindar kesimi kışkırtacak söylemlerden kaçınmak gerekmektedir. Ki bahsettiğimiz bu sorunlu örneklerden birçoğu çözülmüş durumdadır. Verdiğimiz bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ancak özetlediğimiz bu örneklerle Türkiye devletinde Din- Devlet ilişkileri Pasif Laiklik düşüncesi içerisinde kontrollü bir şekilde yürütülmesi gerekmektedir. Yazımızın önceki kısımlarında örneklerini kullandığımız ve Türkiye’nin dışlayıcı laikten pasif laikliğe doğru bir eğilimde olduğunu iddia eden Kuru’nun eserini tamamladığı yıllarda tam manası ile bahsettiğimiz konuların çözülmemesinden dolayı sadece bir yönelme olduğundan bahsetmişti. Ancak günümüz haliyle bu süreci tekrar değerlendirdiğimizde birçok meselenin (Türban, katsayı, kuran kursları, camilerin ibadethane olması) çözülmesi artık egemen ideoloji olarak dışlayıcı Laiklikten Pasif Laikliğe geçildiğinin en büyük göstergesidir. Unutulmamalıdır ki değişen güç dengeleriyle birlikte tekrar bir dışlayıcı Laikliğe geçiş süreci yaşanabilmesi muhtemeldir. Bekaroğlu’nun da ifade ettiği üzere din ve devlet ilişkilerini düzenlemenin evrensel bir mizacı yoktur. Laiklik sözleşmesinin pragmatikliğini daha da belirgin hale getiren durum yeni şartlara göre sözleşmenin sürekli güncellenmesidir. Din ile devlet arasında veya dini grupların kendi arasında değişen güç ilişkileri sonucunda laiklik sözleşmesinin kapsamı değişebilir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu