Küresel İktidar Dili Bağlamında Retorik Bir İnceleme “Terör ve Cihad”

Terör ve cihad kavramlarının retorik olarak kullanılmasının yol açtığı sorunları, bu retoriklerin, medeniyetlerin arasında iletişimsel sürecin kurulmasını nasıl engellediğini bu iletişimsiz ve yanılgılar üzerine kurulu aklın nasıl bir medeniyet krizi kurduğunu görmemiz gerekiyor.

Soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte küreselleşmenin önündeki tüm engellerin kalktığına dair ciddi bir iyimserlik havası hakim olmuştu. Ancak, Pandora’nın kutusu 11 Eylül 2001’de açıldı; küreselleşen dünyanın Leviathan’ı olarak gözüken ABD’nin kalbindeki iki kuleyle beraber iyimserlik havası da çöktü. Bu olayla, 1991’de meydana gelen Körfez Savaşı nedeniyle, hakim olan iyimser bakışa zaten şüpheli yaklaşmakta ve “medeniyetler çatışması” tezini savunmakta olanların yaklaşımı daha çok ön plana çıktı. Bu olayın tetiklediği tartışmalar din felsefesinden siyaset felsefesine, dil felsefesinden etik ve hermeneutiğe, uluslararası ilişkilerden teolojiye kadar birçok ayrı alanı ilgilendirmektedir. Buna ilaveten Arap Baharı, vekalet savaşları ve sonrasında yaşadığımız Küresel Pandemi ile beraber yeni bir dünya düzeniyle karşıkarşıyayız. Dijitalleşme, yapay zeka, dünya insanı, tek kimlik ve tek kültürlü insan gibi kavramlarla örülen sistem yeni küreselcilik tekrar dolaşıma girmiş oldu. Bu bağlamda dijital alanda, sanal ve gerçeklik içerisinde yeni bir terör ve cihad formlarıyla yüzyüzeyiz. Sürecin ontolojik tarafı oldukça belirleyici olmakla beraber büyük oranda ıskalanan bir konu. Islam düşünce geleneğinin ve küreselci ve ulus devletçilerin arasında belirgin bir çatışmayla karşılaşma ihtimalimiz güçlü bir ihtimal olarak önümüzde durmaktadır. Bu krizden islam dünyası olarak çıkmak için çok ciddi bir bütünsellik, varlık ve hakikatle doğrudan irtibatlı bir tavır ortaya kolmalıyız.

“Terör” kavramının retorik olarak kullanımının en ilginç örneklerinden biri Amerikalıların Afgan mücahitlere karşı tavrında görünmüştür. Amerika Afgan mücahitleri “kutsal savaşçılar” olarak ilan etmiş ve onlara Sovyet işgaline karşı verdikleri savaşta yardım etmiştir. Taliban’ın saldırıları Amerika’yı hedef almaya başladığında ise “kutsal savaşçılar” “teröristler” e dönüştüler ve “teröre karşı savaş” ın da ilk hedefleri haline geldiler.

Her şiddet eylemi taraflar arasında diyaloğun kurulmasını daha da güçleştirmekte; her sivil yahut masum insanın ölümü, ulusların, yahut kurbanların kabilelerinin üyelerinin intikam duygusunu körüklemekte ve böylece zincirleme şekilde intikamcı reaksiyonlar şiddet dalgalarına sebep olmaktadır. Derrida, dünyadaki her “terörist” faaliyetin, kendisinkinden daha önce devlet tarafından gerçekleştirilmiş olan bir “terörizm” e -terörizmden farklı isimler alan ve inanılırlığı az ya da çok olan meşrulaştırmaların altına gizlenmiş bir terörizme- nefsi müdafaa olarak karşılık verdiğini iddia ettiğini söyler Lafın özü; terörün anlamı, iktidar tacını kimin giydiğine bağlıdır.

Teröre dair retorik yalnızca gücün dilini bilir. Kendilerini dayanılmaz adaletsizliklerin kurbanı ve kendilerine baskı yapanları da kabul edilebilir tavizler ile anlaşmaya varmaya isteksiz görenler ise, şiddete daha çok şiddet ile cevap vermeye kalkarlar.” İntihar eylemcilerinin arasında yapılan bir araştırma, bu eylemcilerinin birçoğunun savaşta yakın bir akrabalarını yahut sevdikleri bir kişiyi kaybettiğini göstermektedir. Bu araştırma, Dünya barışının her şiddet eylemi sonucunda -bu eylemler zincirleme intikam hissi uyandırdığından- daha da çok tehlikeye girdiğini doğrulamaktadır.

“Terör” kavramının retorik olarak kullanılmasının, bu retoriği kullananlar açısından zararlı olabilecek bir sonucu ise, birbirinden farklı hatta birbirine düşman olan grupların şiddet eylemleri çevresinde birleşmelerinin, ortak koalisyonlar kurmalarının kolaylaştırılmasıdır.

 “Cihad” Kavramının Retorik Olarak Kullanılması

Hiç şüphesiz “terör” kavramı gibi İslam dinine ait pek çok kavram da -özellikle de “cihad”- retorik olarak kullanılmıştır. Fakat Müslümanlara göre, Kurani kavramların ontolojik statüleri ile insanlar tarafından üretilmiş kavramların ontolojik konumları arasında önemli bir fark vardır.  “Terör” kavramının anlamını ancak sosyolojik araştırmayla saptamaya çalışabiliriz. Sosyolojik ve tarihi bir araştırma yapmak ve siyaset-toplum ilişkilerini tespit etmek, İslami terminolojinin nasıl kullanıldığını anlamak için de bir zorunluluktur. Fakat İslami kavramlar, “terör” den farklı olarak, kendisinden bu kavramların “gerçek anlamlarının” öğrenilebileceği bir metinde -Kuran’da- kullanılmıştır. İslam’a göre Kuran, Allah’ın insanlarla ilişki kurduğu metindir ve Hz. Muhammed’in (sav) en temel görevi de bu mesajı insanlara iletmektir. Kuran, kaynağı Allah olduğu için insan-üstüdür; ancak dili, harfleri ve cümleleri ile insanlar içindir. O’nun, bu insan-üstü boyutu, dini terimlerin “gerçek anlamları” için bir güvencedir. O’nun insanlar için olması ise bu “gerçek anlamların” anlaşılması için tutarlı bir yaklaşım geliştirilmesini zaruri kılar. Ancak, insani olan yorumların Tanrısal vahiy gibi garanti altında olmadığı unutulmadan bu konudaki çalışmalar yapılmalıdır.

İnsani menfaatler, yanlış anlamalar, eski geleneklerin tesiri ve politik ihtiyaçlar Kuran’ın yanlış anlaşılmasına, anlamının kaydırılmasına sebep olmuşsa da; Kuran, “gerçek anlamları” taşıyan kitap olarak varlığını sürdürmektedir.

Hasan Sabbah ve Haşhaşiler (12.-13. yüzyıllar) dini terminolojinin siyasal çıkarlar için retorikleşmesinin ünlü bir örneğidirler. Yakın dönemde de dinsel kavramların retorikleşmesinin birçok örneği görüldü. 1991’deki Körfez Savaşı sırasında Saddam Hüseyin’e karşı Amerika’nın başını çektiği koalisyona katılan Müslüman ülkelerin liderleri, bu davranışlarını meşrulaştırmak için din adamlarından fetva almışlardır. Diğer yandan, Usame bin Ladin, Müslüman din adamlarının fetvaları ile yapılan Körfez Savaşı’nı, Amerika’ya karşı verdiği mücadelenin (cihadın) nedenlerinden biri olarak göstermiştir. Bu olaylar “cihad” ın ve diğer İslami kavramların retorik olarak kullanıldığı sayısız örnekten sadece birkaçıdır. Aslında Ortadoğu’da İslami meşrulaştırmalar kullanılmadan bir savaşın açılması, bir mücadelenin verilmesi çok zordur. Bunun sebebi, İslam’ın kabulünden günümüze kadar İslam dininin kesintisiz olarak bu bölge kültürünün en önemli unsuru olmasıdır. Savaş söz konusu olunca, en seküler olanlar bile kendilerine halk desteği oluşturabilmek için dinsel kavramları retorik olarak kullanmışlardır. David Rapoport, Saddam Hüseyin’in kökten-dincilere karşı savaşan seküler bir lider olmasına rağmen, Irak halkını mobilize etmek gerekince “cihad” ı nasıl kullandığını şöyle anlatmaktadır: “Suudi Arabistan’ın kutsal yerlerini şeytandan ve işgalden kurtarmak, kafiri (Batılılar) bu topraklardan çıkartabilmek için cihad çağrısı yapmıştı. Hüseyin’in Mekke’deki mescidi öperkenki gömleksiz halini gösteren bir renkli fotoğraf, İslam’ın en kutsal mescidinde asker kıyafeti içinde namaz kılarken gösteren bir başkası ile birlikte konuşmasının okunduğu sırada arka fonda yer değiştiriyordu. Krizin başladığı 1990 Ağustos’undan beri kullandığı dilde dini referanslar yoğunluk kazandı. Bu olgular pek çok ironi barındırmaktadır: Hüseyin’in Hıristiyanlar tarafından kurulmuş olan partisi Irak’ı seküler bir devlet haline getirmek için ciddi uğraşlar vermişti ve de Hüseyin bu konuşmaları yaptığı sırada İslamcı kökten-dincilere karşı oldukça yüksek maliyetli bir savaştan henüz yeni çıkmıştı.”

Kur’an Ve Savaş Ahlakı

Kuran’ın savaşa yaklaşımının etik açıdan kabul edilir olup olmadığı hakkında pek çok tartışma yapılmaktadır. “Öteki”ne karşı -barış durumu dışındaki yaklaşımlar- birazdan da göstereceğimiz gibi dört farklı şekilde olabilir. Kuran’ın yaklaşımının kabul edilebilir olmadığını savunan bir kişi, diğer alternatiflerden hangisinin daha doğru olduğunu göstermelidir. Kuran’ın savaş karşısındaki tavrının -tarih boyunca yaşamış tüm Müslümanlarınkinin değil- etik açıdan kabul edilebilir ve sağduyuya en uygun yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Bahsettiğimiz dört farklı yaklaşım şöyledir:

1- Rasyonel veya makul bir sebep olmaksızın savaşmak: Bu durum, daha önce gösterdiğimiz gibi Kuran’a aykırıdır. Tarihte, Thugslar, bu davranış tarzına uygun bir örnek teşkil ederler. Onlar, tanrıça Kali’ye adak olarak yakaladıkları, yakınlarından geçen birçok masumu öldürdüler. Thugsların varlıklarını sürdürdükleri 1200 yıl boyunca bir milyon kadar insanı öldürdükleri zannedilmektedir.

2- Rasyonel sebepler için savaşmak: Genelde ekonomik çıkarlar gibi rasyonel sebeplerin savaşların en önemli nedenini oluşturduklarında şüphe yoktur. Rasyonel sebepler için savaşanlar, adalet veya adaletsizlik kaygılarını bir yana bırakarak, esas amaç olarak güç kazanmak ve kazanılan gücü elde tutabilmek için savaşmışlardır. Tarih boyunca bu yaklaşım, yaygın olarak uygulanmış olmasına rağmen, genelde felsefi açıdan onaylanmamıştır. Machiavelli bu tip bir yaklaşımı açıkça destekleyerek ünlü olmuştur ve ondan sonra da birçok felsefi yaklaşımda benzer fikirler ifade edilmiştir (örneğin Sosyal Darwinizm’de). Kuran’ın yalnızca saldırı karşılığında savaşma izni veren ayetleri (22-Hac-39 gibi) bu yaklaşıma onay vermez. Ancak şimdiye kadar incelediğimiz örneklerde görüldüğü gibi, dinin siyasi amaçlar için kullanılması sonucunda Kuran’ın otoritesi, fakihlerin, nasih-mensuh iddialarını ve mevzu hadisleri kullandıkları yorumlarıyla aşılmıştır. Halkın savaşa teşvik edildiği birçok durumda hep çıkara dayalı rasyonel sebepler, dinsel retorikle örtülmüş ve savaşın makul sebeplere dayandığı savunulmuştur.

3- Her şartta pasivizm: Kuran, mutlak bir pasivizme karşı olmakla beraber bağışlamayı cezalandırmaya üstün tutar. Bunu aşağıda alıntılanan ayetlere bakarak anlayabiliriz:

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman, görürsün ki seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.

41- Fussilet, 34

Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.

42- Şura, 43

Kuran bağışlamayı üstün tutar, fakat her durumda pasif kalmayı onaylamaz. Bireysel olarak uygulanan -Gandi örneğinde olduğu gibi- veya küçük bir topluluğun uyguladığı pasiflik ile, bir toplumun toptan yok edilmeye çalışıldığı sırada uygulanan pasiflik farklı perspektiflerden ele alınmalıdır. Müslümanlar, saldırıya uğradıklarında ve yok edilmek istendiklerinde savaşa çağrılmışlardır. Mutlak pasivizm, saldırganların azgınlığını arttıracaktır ve çocukların, kadınların ve yaşlıların öldürülmesine izin verilmesi anlamına da gelir. Bu yüzden böyle bir pasivizm hem sağduyuya aykırıdır, hem de etik açıdan da sorunludur.

4- Makul sebepler için savaşmak: Kuran ayetleri makul bir sebebin varlığı durumunda savaşa izin vermiştir ve bu makul sebep saldırıya uğramaktır. (Müslüman olmayan herkese karşı savaşı meşru görenler, makul neden arayışını anlamsızlaştırmışlar ve böylece istediklerine savaş açma konusunda özgürlüğe kavuşmuşlardır.) Kuran’ın saldırıya bağlı olarak savaş açma tavrı etik açıdan, yukarıda sayılan mevcut şıklar içinde, sağduyuya en uygun ve en tutarlı olandır. Uluslararası hukukta dahi meşru-müdafaa insanların en doğal hakları arasında sayılır. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesine göre saldırıya uğrayanların meşru-müdafaa hakkı vardır.

Kuran’da, savaş sırasında olsa bile, neden insanların öldürülebileceğine dair ifadelerin geçtiğini merak edenler olmuştur. Gerçekçi bir dinin, savaş gibi istenmeyen fakat kimi zaman kaçınılamayan bir durumla ilgili açıklamalar yapması çok önemlidir. İslam öldürmeyi yasaklamıştır; dolayısıyla eğer Kuran’da savaş, öldürmenin serbest bırakıldığı istisnai bir durum olarak gösterilmeseydi, o zaman İslam’ın mutlak bir pasivizmi desteklediği sonucuna varılabilirdi.

Kuran’da, savaşın, önce karşı tarafın saldırması şartına bağlanmasının dışında da, “savaş” konusunu ilgilendiren önemli hususlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri Kuran’da Hz. Muhammed(sav) dışında kararlarına vahiy ile onay verilen hiçbir insanın bulunmadığının bilinmesidir. Bu yüzden, hiçbir insan diğerlerinden epistemolojik olarak farklı bir konumda olduğunu iddia ederek savaş açılması ile ilgili kararlarının tartışılmaz olduğunu savunamaz. Tarih içinde farklı dinlerden pek çok dini otorite, toplumun geri kalanından farklı bir epistemolojik durumda olduklarını iddia etmişlerdir. Örneğin Kilise, Kutsal Ruh’un (Cebrail) koruması altında olduğunu söyleyerek, kendi epistemolojik konumunun halktan farklı olduğunu ileri sürmüş ve tüm karar ve görüşlerinin doğruluğunu böylelikle temellendirmeye çalışmıştır.

Savaş ahlakı açısından savaşın başlatılma şartlarının yanı sıra, savaşın nasıl sürdürüleceği (jus in bello) de önemlidir. Bir savaş makul nedenlerle başlatılmasına rağmen savaş içinde haksız eylemlerde bulunulabileceği gibi, bir savaş makul olmayan nedenlerle başlatılmasına rağmen adil bir şekilde sürdürülebilir. Kuran’ın şu ayeti, savaşın sürdürülme şekline dikkat edilmesi konusunda göz önünde bulundurulmalıdır:

Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.

(2-Bakara, 190)

Görüldüğü gibi Kuran savaş başlatanlara karşı savaşma izni verirken, savaş başladıktan sonra her yolun mübah olduğunu söylemez, aksine savaş sırasında da aşırı gidilmemesini öğütler. Her savaş yeni bir fenomen oluşturmaktadır. Eski savaş araçlarıyla yeni savaş araçlarının farklılığı da savaşın nasıl sürdürüleceği tartışmasını güçleştirmektedir. Kuran’ın savaşın sürdürülmesiyle ilgili belli ana prensipler dışında detaylar vermemesi, dönemin şartlarına uygun metotlar geliştirme esnekliği verir. “İslam ve savaş” konusunu karşılaştırmalı ahlak çalışmaları açısından ele alan John Kelsay’in de söylediği gibi: “Modern savaşın nasıl sürdürülmesi gerektiğine dair şartlara İslam dünyasının yaptığı katkı halen gelişme halindedir.

Kuran’da savaşın başlatılması ve sürdürülmesi ile ilgili prensipler olduğu gibi, karşı tarafın barış istemesi durumunda savaşın devam ettirilmemesi de söylenir. Bu konuyla ilgili iki ayet şöyledir:

Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et.

8-Enfal, 61

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.

60-Mümtehine, 8

İslam’ın, “Hiçbir devletin makul sebepler dışında rasyonel sebepler için savaşma hakkı yoktur.” diyen John Rawls ile -ki savaş ahlakı üzerine çalışanların çoğu da aynı fikirdedir- aynı doğrultuda emirler vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, İslam ile Müslümanlar arasında net bir ayrım yapmak zorundayız. Müslümanlar her ne kadar İslam dininin takipçileri olsalar da, sonuçta onların da -birçok zaman birçoğunun dini vazifelerinin önüne geçen- rasyonel çıkarları vardır; aslında toplumu çoğu zaman mobilize eden siyasal elitin çıkarları olmuştur.  Savaşın nedeni rasyonel sebepler olduğu birçok durumda da fakihler, müftüler savaşların dini nedenler için gerekli olduğunu bildiren fetvalar vermişlerdir. Bu fetvaları almak önemliydi, çünkü böylelikle savaşacak halkın gözünde savaşı meşrulaştırıyorlardı ve ayrıca insanları mobilize etmek için İslam’ın ontolojisinden ve eskatolojisinden de yararlanıyorlardı. İslam’ın ontoloji ve eskatolojisine göre herşeyi yaratan, herşeye gücü yeten bir İlah vardır; İlah, bu dünyadan sonra ahirette ebedi bir yaşam hazırlamıştır ve de herkesin ahiretteki yaşantısındaki yerini bu dünyada yaptıkları belirleyecektir. İslam’a göre Allah adına yapılan savaşta ölen şehitler ahirette cennet ile müjdelenmiştir. Sonuç olarak İslam, dünyevi çıkarlar üzerine kurulmuş hedeflerin üstesinden gelecek aşkın hedefleri ontolojisi ve eskatolojisinde barındırmaktadır. İslami inanışa göre, şehitler kısa dünyevi hayatlarını feda ederek mükemmel bir ebedi yaşama sahip olma olanağı kazanırlar. Kendi güç hesapları için savaş yapmak isteyenler, bu ontoloji ve eskatolojiyi kullanarak kitleleri savaş için mobilize etmeye çalışmışlardır. Sonuç olarak, cihad bir ikna etme mekanizması olarak kullanılmıştır ve cihadın bir retorik olarak kullanıldığını söyleme sebebimiz de budur.

Terör Ve Cihad Kavramlarının Retotik Kullanımının Günümüze Yansıması

Terör ve Cihad kavramlarının küresel siyasi elitin rasyonel amaçlarına hizmet etmek maksadıyla birlikte kullanılması, 11 Eylül olayından beri dünyada yürütülen karşı İslam algısının oluşması için ortaya konmuş küresel bir projedir. İnsanlığın medeniyet krizi, medeniyetlerin çatışma ve gerilme yaşaması ve insanlığın tüm modern tıkanmalarına karşı tek canlı fikrin islam oluşu batıyı daha çok krize ve saldırganlığa iten durumdur. Batı İslamın batıda ve tüm dünyada insanların kendi iradeleriyle seçmeleri neticesinde hızla yayılması ve insanlığın geleceğini dizayn edecek yegane düşüncenin islam oluşu, bir yönüyle batıyı kendi toplumsal hafızasına müdehaleye yöneltmiş ve yeni bir küresel adım olarak “Terör ve Cihad” “terrör ve İslam” bir birleşik kavram olarak küresel iktidar diline dönüştürülmüştür.

Bu durum karşısında insanlığın en büyük kırılması ise Müslüman düşünürlerin, alim ve fakihlerin bu kadar uzun zamandır. Cihad, terör, modern sorunlar ve medeniyet krizlerine yönelik bir bilgi üretememesi ve daha derin bir kriz olarak tüm yaşanan sorunların ana sebibinin İslam dünasının siyasi birlik krizi içinde olduğunun apaçık görülmesine rağmen bu konuda sistematik suskunluk göstermesidir.

Bilgi, ahlak, kültür ve Siyaset üretmedeki bu suskunluk geldiğini hissettiğimiz büyük dalganın hızını artırmaktadır. İslama karşı oluşturulan küresel iktidarın sosyolojik ve siyasi iktidarının dolayısıyla küresel terrör medeniyetinin tek çözümü İslam Dünyasının siyasi, kültürel ve iktisadi bir birlik ve dil oluşturmasıdır.

Kaynakça:

  1. Caner Taslaman, Terör ve cihadın retoriği
  2. Abdullah Azzam, Cihad Dersleri
  3. Civelek, Mehmet Ali. Küreselle!me ve Terör, Saldırganlık Gerçe”i, (Ütopya Yayınevi, 2001)
  4. Bekir Karlı!a, Cihad ve Terör, (Karizma, Mart, 2002)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu