Kapita-Komünist Yönetimiyle; Dün, Bugün ve Yarın Çin (Çayna)

“Hayat gerçekten fena hızlandı, her geçen gün de hızını arttırıyor. İlk çağlarda insanlar yetişkin olana kadar edindikleri tecrübelerle yaşam boyu idare edebiliyorlardı. Hayatın kurgusunu sadece deprem, kuraklık gibi fevkalade tabii afetler sarsabiliyordu. Elbette insanoğlunun zekâ ve becerileri üzerinden yaşadığı gelişim de sosyal hayatın dinamiklerine ciddi etkide bulunuyordu. Ama frekansı çok düşüktü. Bugün bizim bir yılda yaşadığımız değişimi bin yılda bile yaşamamışlardı.” 

Dünyanın modern çağ üzerinden yaşadığı başkalaşımı en güzel tanımlamış isim David Harvey’dir. Çağdaş sosyolojinin en güçlü teorisyenlerinden olan Harvey, “zaman ve mekân sıkışması” diyerek özetlediği post modern dönemi üç anahtar kelimeyle hafızalara kazımış oldu.

Zaman ve mekân sıkışmasının “değişim hızının ivmelenerek artması” ve “doğal döngülerinin kısalması” gibi dünyanın işleyiş algoritmalarını değiştirebilecek pratik etkileri olacak. Bu metamorfoz, yıkılmaz kabul edilen pek çok doktrin veya kabulün temeline dinamit koyabilir. Yaşadığımız/yaşayacağımız sancılı değişimlerin diğer veçhelerini bir kenara bırakarak, bu dönüşümün devlet yönetim mekanizmalarına tesirini mercek altına alalım.

Hayat gerçekten fena hızlandı, her geçen gün de hızını arttırıyor. İlk çağlarda insanlar yetişkin olana kadar edindikleri tecrübelerle yaşam boyu idare edebiliyorlardı. Hayatın kurgusunu sadece deprem, kuraklık gibi fevkalade tabii afetler sarsabiliyordu. Elbette insanoğlunun zekâ ve becerileri üzerinden yaşadığı gelişim de sosyal hayatın dinamiklerine ciddi etkide bulunuyordu. Ama frekansı çok düşüktü. Bugün bizim bir yılda yaşadığımız değişimi bin yılda bile yaşamamışlardı. Ateşin, yazının, tekerleğin bulunması gibi radikal kırılmaların aralıkları bin yıllarla ölçülebilecek kadar seyrekti. Gerek kurumsal bazda gerekse bireysel planda bu kırılmalara aheste tepkiler veriliyordu. Uyum için gerekli sürenin uzun olması da gevşek, düşük tempolu bir değişime fırsat tanıyordu. Bireysel olarak yeniliklere uyum sağlamadığınızda içtimai pozisyonunuz veya hayat konforunuz fazla zedelenmiyordu. Dahası devlet ya da ticari kurumlar gibi tüzel yapıların icatlar üzerinden gelişen yeni düzene adapte olmaması veya yavaş kalması bile etkilerini kısa vadede göstermediğinden kimse hesap sorma arzusu veya suçluluk kaygısı yaşamıyordu. Devletin değişen zamana uyumda yaptığı hata belki devleti yüz sene sonra çökertiyordu ama, bu artık hatayı yapanların değil tarihçilerin sorunu oluyordu. Şimdi öyle mi ya?

Üstad İsmet Özel’in “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat” dediği kadar var. Bir insan ömrü, neredeyse bütün fragmanları yeni baştan dizayn edilen farklı bir dünyayı temaşa etmeye yetecek kadar uzun kalıyor bu değişim hızında. İnsanların değişime çabuk tepki vermesi önemli, ama devletlerin / kurumların hızlı reaksiyon göstermesi çok daha büyük ehemmiyet arz ediyor.

Felsefi arka planı pozitivistlerce kurgulanan modern dünya, mevzubahis değişimin bilim ve teknoloji üzerinden baş müsebbibi oldu. Pozitivizm sosyal hayattan yalıtılmış bir ideoloji olmadığından siyasetten ekonomiye, içtimai hayattan sosyal algılara kadar pek çok alanda kendi doktrinini insanlığa dayatmaktan beri durmadı. İşte bu topyekûn sarmalamanın en kıymetli çocuklarından “demokrasi” de böylelikle baş tacı edildi.

Siyasetin demokratik merkezli tasarlanması sıradan insanlarda ciddi bir karşılığa sahip. Sanki karar verme yetkisi kendisindeymiş gibi nefsi gıdıklayan bir yanı var. Demokrasiyi bir şekilde cari kılan teorisyenler insanlardaki bu teveccühü görünce “dünyanın sonuna geldik” diyecek kadar cezbeye kapıldılar. Halbuki şimdilerde pozitivist aklın bir çocuğu diğer bir çocuğunu idam sehpasına yollamak üzere.

Demokrasi çok seslilik, farklı görüşlere açık olma ve bunun uzantısı olarak saçma sapan birçok öneriyi dinleme ya da dinler gibi yapmayı da içeren, herkesin gönlünü alma eğilimi olan bir yönetim şekli. Bu kurgunun, ideal diye pazarlanan demokrasinin karar alma mekanizmalarını bir hayli hantallaştırdığı aşikâr. Yani ister devlet ister şirket ister STK olun demokratik teamüllerle yönetiliyorsanız yavaş karar alan, değişime hızlı tepki veremeyen bir yapıya duçar oldunuz demektir. Bir taraftan baş döndürücü hızda değişen dünya, diğer yandan ağır aksak tepki veren demokratik kurumlar. Bu tam tanımıyla kaybetmenin yazgısıdır.

Demokrasinin fikir babası ve en yoğun uygulandığı Avrupa’nın paralel şekilde bu süreçte en ağır darbeyi alacağını düşünüyorum. Demokrasi artık modası geçmiş bir yönetim şeklidir ve demokraside ısrarcı davranan milletler çok da uzun olmayan bir vadede kaybetmeye mahkûmdurlar.

Burada önümüze zorlu bir problem düşüyor; madem demokrasi günümüz dünyası için geçerliliğini yitiriyor, işlerliği güçlü siyasi bir model için nasıl bir kurum tesis etmeliyiz? Bu soruya cevap ararken demokrasiden çok fazla uzaklaşmamak ama bir yandan da demokrasinin ana eksenini terk etmek gibi ambivalent bir yaklaşım sergilememiz gerekiyor. Açalım.

Nihai hedefimiz çabuk karar alan bir mekanizma yaratmak. Bu olmazsa olmazımız. Demokrasi bize bu ereğimizde köstek oluyor.

Bir taraftan çabuk karar almamız gerekirken diğer yandan bu kararların doğruluk değerini en yüksek seviyede tutacak bir kurgu inşa etmemiz elzem. Burada da demokrasini felsefi arka planını öncüllememiz gerekiyor. Aslında bu demokrasinin babasının malı bir riyaset felsefesi değil. Yüksek istişari uygulamalar yerleşik düzene geçildiği günden beri hep var olagelmiş. Bir bakıma “demokratik oligarşi” den bahsediyorum. Yani kastımız görev süresi namütenahi oligark bir zümre değil. Gerektiğinde halkın irade gösterip yenileyebileceği (demokrasi), ama görevde bulunduğu müddetçe çok güçlü otoriteyle hüküm verebilecek bir seçkinler grubu (oligarşi).

Kabaca çerçevesini sunduğum bu yönetim şekline en çok yakınsayan yönetim şekli başkanlık sistemi. Türkiye’nin çok doğru bir zamanda geçtiği bu sistem için “yetmez ama, evet” diyebiliriz.

Dünyadaki değişimin farkında olan ve son yıllarda hızlı karar alma mekanizmaları geliştirmeye çalışan çok sayıda şirket var. Küçük gruplar üzerinden karar alma sistemleri geliştirme çabası içindeler. İçinde yaşadığınız habitat size kendi şartlarını dayatır. Şirketler ticari dünyanın değişen temposunu iliklerine kadar hissetmiş olmalılar ki bu türden değişim reaksiyonları vermeye başladılar.

Devletler daha büyük yapılar olduğundan sorunun varlığını geç fark edip çözüm arayışlarına da geç başlıyorlar. Bu yüzden hasbelkader mevcut şartlara imtizacı yüksek bir sistemi olan devletler büyük avantaj yakalıyorlar. Mesela Çin Komünist Partisi, Rus Politbürosu mezkûr hızlı karar alma yeteneklerine sahip organlar. Oligarşik gücü yüksek, demokratik yönü zayıf yapılar. Yani bizim beklediğimiz gereklerin yarısını haizler. Hasbelkader dememin nedeni, bahsi geçen ülkelerin mevcut sistemlerini dünyanın geleceğine derinlemesine bir projeksiyonla tesis etmemiş olmaları. Başka Saiklerle bu yapılar oluşturulmuştu. Ayrıca demokratik yanı nakıs bu sistemlerin “güçlü devlet, huzurlu millet” nihai ereğinin sadece güçlü devlet kısmını tesis etme yeteneği mevcut.

Yeni bir devlet yönetim sistemi üzerine konuşuyorsak bunun çerçevesi böylesine kısa bir yazıyla çizilemez. Bütün bunları mevcut şartlarda önemli bir yönetim avantajı yakalamış Çin üzerine mülahazalar yapabilmek için kaleme aldım.

Bir önceki ABD başkanı Donald Trump, gerek seçim çalışmaları sırasında gerekse seçildikten sonra kendisini modern dünyanın temsilcisi ve insanların en gelişmiş grubu vehmeden ana akım liberal tayfa tarafından çok ağır eleştiri ve aşağılamaya maruz kalmıştı. Türkiye’den mevzuya tam hakim olamadığımızdan ABD’de yaşayan yeğenime bu tahkir ve öfkenin sebebini sormuştum. Şöyle bir cevap vermişti: “Ali Ağaoğlu’nun T.C. Cumhurbaşkanı olduğunu düşün, aynısı ABD’de oldu.” İlk anda hak vermiştim tepkilere, sonra düşündüm de…

Zamanla Trump’ı da tanıma fırsatımız oldu. Yeğenimin teşbihinin gayet başarılı olduğunu bu vesileyle anladık. Ali Ağaoğlu ve Trump’ın temsil ettiği tipolojinin birçok itici yanı var gerçekten; hoyrat, eğitimsiz, derinliksiz, kaba… Ancak bu tür insanlarda -belki de derin düşünmediklerinden- çok gelişmiş bir pragmatizm ve basit düşünme yeteneği de bulunuyor. Hayat felsefeleri birkaç satıra sığdırılacak kadar sade. Mesela paranın insanlar üzerindeki gücünü kavramışlar ve para kazanmaya odaklanmışlar. Ayrıca ikiyüzlü entel liberallerden daha mert olduklarından bana daha insani geliyorlar.

Sizin için hayatta önemli şeyler az sayıdaysa ve netse, zihninizi ve enerjinizi onlara teksif eder ve genelde de başarılı olursunuz. Hani ünlü çıkarsamalar vardır ya, “bir sorunun cevabı genelde ilk düşündüğünüzdür” veya “zor problemlerin çözümü en basit görünendir” diye. Aslında çok da yabana atılacak önermeler değildirler. Filhakika enine boyuna, çok sayıda parametreyi göz önüne alarak bir cevap arayışında yanlışlara düşme ihtimaliniz de artar. İşte Ağaoğlu/Trump gibi şahıslar belki basit düşünür, ama doğru karar alma yetenekleri hafife alınmayacak kadar iyidir.

Trump seçim çalışmaları esnasında sürekli Çin’i gündemine taşımış, hatta Çin’le ilgili söylemlerinden bir kolaj yapılarak piyasaya sürülmüştü. Ardı ardına İngilizce’de Çin’in söylenişi olan “Çayna” kelimesi tekrar ediyor ve komik bir tekerleme görüntüsü veriyordu. Hepimiz seyredip güldük, eğlendik, ama Trump’ın niye ısrarla “Çayna, Çayna” diye çırpınıp durduğunu çok da fark edemedik. Muhtemelen Trump para merkezli düşünüyordu. Çin’in ekonomik istilasını görmüş, bunu engelleyerek Amerikan halkının refahına katkıda bulunmayı planlamış, ekonomik konfora kavuşan vatandaşların sonraki seçimlerde kendisine teveccüh göstereceğini hesaplamıştı. Bütün kırdığı potlara, kabalıklarına, zelilliklerine rağmen sırf ekonomik rahatlamanın yarattığı etkiyle son ana kadar seçimi başa baş götürdü.

Çin’in gayri safi milli hasıla rakamlarında ABD’ye her geçen gün yaklaştığını, hatta bazı hesaplama tekniklerinde 2019 yılından itibaren ABD’den daha büyük bir ekonomi olarak gösterildiğini not düşerek Çin üzerine kapsamlı bir analiz yapalım.

Benim ilgilendiğim kısmıyla Çin, iktisadi bazlı bir meseleden çok daha öte insani ölçekli bir problem. Komünist rejime geçtikten sonra uzun süre içine kapanık yaşamış, sadece yakın çevre ülkeler üzerinde hegemonik faaliyetleri olmuştu. Ne zaman ki ABD Çin’deki ucuz insan gücü ve doğal kaynakları sömürme niyetiyle kapitalizmin üretim enstrümanlarını Çin’e taşımaya başladı, o vakit dünyada pek çok şey geri dönülemeyecek bir yola girdi. Aslına bakarsanız ABD bu yolla Çin halkına kapitalizmin karşı konulamaz konforunu sunarak komünist rejimin çözülmesini de planlamıştı. Fakat beklenen olmadı, Çin yönetimi rejimini koruduğu gibi kapita-komünist bir sosyal hayat inşa etmeyi de başarabildi.

Batı’nın Çin’e yaklaştığı dönemde Çin her ne kadar fakirlik ve geri kalmışlıkla boğuşuyorduysa da otoriter rejim bir şekilde ülkenin karışmasına ya da isyanların çıkmasına müsaade etmemişti. Ama bunun nereye kadar dayanacağı, halkın ne zaman gemileri yakarak canı pahasına da olsa rejimi devirmeye kalkışacağı kestirilemiyordu. Çin Komünist Partisi yaklaşan tehlikenin kokusunu 1989’da Tiananmen meydanında bir kez almış, sosyal basınç patlamalarını bine yakın insanı katlederek savuşturabilmişti. Ancak olası yeni isyan dalgalarına tahammül edemeyebilirlerdi? İşte tam bu şartlar altında Batı dünyasından gelen teklife yeşil ışık yakıp dünyaya kapılarını açtı.

Çin’in ivmeli bir büyüme yakalaması, uzun vadede başta ABD olmak üzere dünyanın lokomotifi görülen Batı ülkelerinin hepsini tedirgin ediyor. Peki Çin’in gümbür gümbür yükselişi sadece Batı’yı mı endişelendirmeli? Tam tersine bütün üçüncü dünya ülkeleri ve bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin ayaklarının çok daha fazla titremesi lazım. Bunun gerekçelerine geçmeden önce Çin’in yönetim halk ilişkisini doğru okumamız gerekiyor.

Demokrasi ve despotik yönetim şekilleri arasında ciddi farklar var. Bu farkların kimi zaman avantaj kimi zaman da zafiyet yarattığını düşünüyorum. Despotik rejimler baştaki yöneticinin veya yönetici kurumun yönetim yeteneklerinden doğrudan etkilenir. İyi bir kral ülkeyi ayağa kaldırır, kötüsü devleti batırır. Sıvıların basıncı olduğu gibi iletmesine benzer şekilde yönetimin uygulamaları tüm ülke sathında birebir hissedilir. Bu durum sadece devlette değil, şirket, aile, STK gibi örgütlenmiş her grupta benzer şekilde bakidir. Aslında demokratik yönetimler de ülkeyi sosyal ve psikolojik olarak şekillendirir, ama yöntemleri farklıdır, yumuşak güç kullanır, haliyle de şekillendirme daha yavaş olur.

Çin’de insanlar asla özgür değil. Yani kısıtlanma halk arasında iç öfke biriktirmeye devam ediyor. Bir farkla ki öfke birikim hızı daha yavaş. Çünkü çok sayıda insan 30 sene öncesini hala hatırlıyor ve şu anki kısmi ekonomik ve sosyal konforla nispeten daha rahat. Eski rejimde biriken yoğun psikolojik basınç Çin’in ekonomik ve sosyal açılımlarıyla büyük oranda boşaldı. Yeni öfkenin birikebilmesi için en az iki neslin bu yeni statüde büyümesi gerekiyor. Çabuk karar alabilen ve bu kararları çok hızlı ve itiraza mahal bırakmadan uygulayabilen Çin yönetimi, adeta dört nala giden bir at kadar hızlı ilerliyor. Mesela durdurulamayan nüfus artışının önünü kesmek için tek çocuk yapma zorunluluğu getirdiler ve bunu başarıyla uyguladılar. Böyle bir yasayı Batı’da uygulamaya kalksanız kızılca kıyamet kopardı. Yine son covid-19 salgınında, yeni bir virüsle ilk tanışan devlet olmalarına rağmen gayet vahşi yöntemler kullanarak çok hızlı toparlanma şansı buldular. İnsanların kapısını çivilemekten, sokak ortasında infazlara kadar çok sayıda gayriinsani uygulamayla pandemiyi kontrol altına aldılar. Aynı metodlar Batı dünyasında uygulansa yer yerinden oynardı.

Bu uygulamaları tabi ki tasvip etmiyorum. Ama demokrasinin alameti farikası olan sivil itirazlar yüzünden gerekli sertlikte davranamayan Türkiye dahil onlarca Batı ülkesi pandemi yüzünden ağır fatura ödüyorlar. Kontrol altına alınamayan salgın yüzünden çok sayıda insan vefat etti, ekonomik darboğazlar yaşandı ve daha derin şekilde yaşanacak. Sosyal ve psikolojik hasarları da ilave ettiğinizde Çin’in pandemi münasebetiyle halkına yaşattığı zulmün daha ağırını diğer ülkeler uzun vadede vatandaşlarına yaşatmış olacaklar.

Bütün bu kargaşa bittiğinde ülkeler birkaç adım gerilerken Çin birçok avantajla öne çıkacak. Zaten yakaladığı bir ivme vardı, şimdi daha da güçlü konuşlanacak. Pek çok kişi pandemi sonrası Çin’den kaçış olacağını iddia etti ve biz de bu tatlı hayallere inandık. Sermaye gayet basit düşünür. İstediği kalitede malı daha ucuza ürettirebileceği bir yerden vazgeçmez. Üstelik Çin de vura kıra kendisi için en büyük zafiyet olan kalite standardını yükseltti. Öyle ki hemen her sektörde kendi markalarıyla rekabet edebilecek hale geldiler. Önümüzdeki 20-30 yılda zihinlerdeki “Çin malı-kalitesizlik” ekürisinin kaybolup gideceğini düşünüyorum.

Hasılı, Çin durdurulamaz bir şekilde yükseliyor. Bu yüzyılın ikinci yarısında gündemimiz ABD değil, daha çok Çin olacak. Hani diyebilirsiniz ki “al birini vur ötekine”. Öyle değil işte. Nasıl mı?

———————————————

Çin medeniyeti Mezopotamya, Mısır ve Hint medeniyetlerinden sonra dünya tarihine damga vurmuş dördüncü kadim medeniyettir. Kâğıt, barut, ipek, el arabası, pusula, uçurtma, sismograf gibi teknik icatlarının yanı sıra sosyal örgütlenme, insan kaynak analizleri, felsefe, kent planlaması gibi pek çok beşerî konuda da dünyaya yön vermiş bir uygarlık. Mimariden kaligrafiye, yemek çeşitlerinden eğlenme yöntemlerine kadar bizim alışageldiğimiz kültürden hayli farklı bir yaşam döngüsüne sahipler. Bunun doğal uzantısı olarak zihin yapılarının ve mefhumları algılama yöntemlerinin bizden çok daha değişik olduğunu söyleyebiliriz. Biz derken sadece Türkiye’den bahsetmiyorum, dünyanın geri kalanından söz ediyorum.

Mevcut kültürlere göz atarsak bunların arasındaki değişimin tedrici olduğunu görürüz. Arap beyteni, Türk pidesi, Yunan pitası ve İtalyan pizzası (okunuşu pitza) bunun güzel örneklerinden biridir. Hem lezzetleri hem isimleri yakın ama yine de birbirinden farklıdır. Oysa Çin ve Güneydoğu Asya’daki kültürün bırakın bizi, coğrafi olarak bölgeye komşu olan Rus ve Hint medeniyetiyle bile ortak paydasının çok az olduğunu görürsünüz. Bunun güçlü tarihi, coğrafi, genetik ve demografik gerekçeleri bulunur. Aşağıdaki fiziki haritaya bakarsanız Çin’in batısı boyunca uzanan Himalaya yükseltilerinin neredeyse kıyıya kadar devam ettiğini ve Bangladeş’ten itibaren Çin ve civar ülkeleri batıdan ayırdığını görebilirsiniz. Ayrıca batı ve kuzeydeki büyük Orta Asya çölleri (Gobi ve Taklamakan) ve Sibirya da batıyla irtibatını büyük oranda kesen doğal coğrafi bariyerler olarak karşımıza çıkar. Doğusunda uzanan devasa Büyük Okyanus zaten yakın tarihe kadar sonsuz bir bilinmezler deryasıydı.

Diğer taraftan Uzak Asya’nın doğal kaynakları ve insan sayısı bir medeniyet inşa edecek kadar boldu. Orta Asya’nın henüz çölleşmediği ve nüfusunun yoğun olduğu zamanlarda Türk ve Moğol medeniyetleriyle bir oranda sosyal temasları olmuş. Ancak sürekli gerilim içeren bu ilişki de ciddi bir kaynaşma tesis etmemişti. Zaten Çin bu ilişkiden mutlu da değildi, Çin Seddi’ni gene bu sebeple yapmışlardı. Yine de Çin’in Türk ve Moğol halklarıyla ilişkisi kesinlikle Hint havzasından daha güçlüydü. Bunu insan fenotiplerinden, dil bağlantılarından çıkarabiliriz. Himalayalar o kadar güçlü bir bariyerdi ki, Hint ve Çin kültürel alışverişini yok denecek kadar az seviyede tutmuştu.

Çinlilerin yaşadığı bölge Hindistan kadar olmasa da mümbit bir alandı ve büyük bir nüfusu besleme kapasitesine sahipti. Çin’in nüfusu beş asır önce bile yüz milyonun üzerinde seyrediyordu. Medeniyet ve nüfus arasında doğrudan paralellik bulunur. Doğal olarak dışarıdan bir yardım veya etkileşime ihtiyaç duymaksızın güçlü bir medeniyet inşası için gerekli her şeye sahiptiler ve nitekim bunu başardılar. Çin’in tarihi diğer medeniyetler gibi milletler arası mücadeleden daha çok, kendi iç çekişmelerine sahne olmuştur. Belli periyotlarla hüküm süren hanedanlar çağında yakalanan istikrar dönemlerinde bir şekilde uygarlaşma süreci adımları atılabilmiştir.

Çin tarihinde beş büyük kıtlık dönemi yaşanmış ve her birinde on milyonlarca insan açlıktan hayatını kaybetmiş. Normalde bir bölgede toprak tuzlanması veya iklime bağlı kuraklıktan kaynaklanan kıtlık yaşandığında o bölgenin halkları daha verimli yerlere göç etmeyi tercih eder. Mesela Türkler Orta Asya’dan batıya, Sümerler Mezopotamya’dan kuzeye büyük göçler vasıtasıyla hareket etmişlerdir. Biraz önce bahsettiğim coğrafi bariyerler Çinlilerin kolektif zihninde o kadar güçlü sınırlar oluşturmuş ki, Çinliler kuraklık anında göç etmeyi akıllarına getirmeyip mevcut şartlarda hayatta kalmaya çalışmışlardır. Tabi bu sancılı süreç Çin kültürüne dramatik etkilerde bulunmuş ve bugün hepimize garip veya iğrenç gelen Çin yemek kültürünün gelişmesine vesile olmuştur. Hani “zor adamı bozar” derler ya. Çinliler de kıtlık dönemlerinde ayakta kalabilmek için fare, yılan, çıyandan tüm haşerata, yarasa, maymun, pangolinden tüm vahşi hayvanlara kadar yemişler. Yetmemiş yüzyıllardır insanların yoldaşlığını yapmış kedi, köpek gibi kadim dostlarını bile yer olmuşlar. Belki onlar da ilk vakitler iğrenerek yemişlerdi, ancak bir süre sonra alışkanlık ve ağız tadı gelişmiş olacak ki bu hayvanlar mutfak kültürlerinin bir parçası haline gelmiş.

Çin kültürü derken sadece bugünkü Çin devleti sınırları içerisinde yaşayan insanları düşünmememiz lazım. Kore’den, Laos, Vietnam’a kadar geniş bir havzadan bahsediyoruz. Bu bölge kendi içinde döndüğünden dünyanın kalanından hep uzakta kalmış. Haliyle zihinlerde gizemli ve enteresan bir bölge olarak yer edinmiş. Her ne kadar İpek ve Baharat yolları üzerinden ticaret devam etmişse de sınırlı sayıda tacirin belli bölgelere erişimiyle mahdut bir ilişki kurulabilmiş. Çin’i sosyal, coğrafi ve kültürel olarak dünya gündemine taşıyan isim Marco Polo olmuş. Moğol kökenli Çin imparatoru Kubilay Han döneminde 17 yılı Çin’de olmak üzere Uzak Doğu’da 24 yıl gibi uzun bir süre geçiren Marco Polo’nun gerek yanında getirdiği eşyalar gerek anlattıkları Batı’da ciddi yankı uyandırmış. 14 yy. itibarıyla Çin Avrupa’nın radarına böylelikle girmeye başlamış. Yine de Çin’in önemli bir bölge olarak gündemi işgal etmesi asırlarca süren bir süreç sonunda olmuş. Düşünün Çin Avrupa’nın gündeminden o kadar uzak ki, dünyanın doğusunun uç sınırı hep Hindistan olarak tasavvur edilmiş. Büyük İskender Hindistan’ı fethettiğinde dünyanın doğu sınırına dayandığını düşünmüş, 15 yy. da bile coğrafi keşifler için yola çıkan denizcilerin nihai ereği hep Hindistan olmuş. Hatta Karayiplere ulaştıklarında Batı Hindistan’a ulaştıklarını düşünüp bölgeye West Indies demişler. Bugünden baktığımızda çok komik görünebilir. “Yüz milyonlarca insanın yaşadığı ve Hindistan’ın daha doğusunda bulunan devasa Çin havzasını nasıl yok saymışlar?” diyebilirsiniz. Ama öyle olmuş işte. Bu aslında önceki paragraflarda çerçevesini çizmeye çalıştığım Çin’in nasıl kapalı devre bir medeniyet olduğunun en iyi ispatıdır.

Batı dünyası coğrafi keşiflerin başlamasından çok sonra 19. yy’dan itibaren Çin’i hedefine almış ve iki önemli kültürün ilk ciddi yüzleşmesi de bu dönemde olmuş. Büyük mücadelelerle yükseliş yaşamış Batı kültürünün karşısında Çin direnememiş ve Batı emperyalizminin son kurbanları arasında yerini almıştır.

Burada iki ilginç tevafuğu zikretmek istiyorum. Birincisi barut. Çinlilerin keşfettiği ama havai fişek ve eğlence sektöründe kullandıkları kendi çocukları barut, Batı’yla karşılaştıklarında top gülleleri ve tüfek mermilerini uçuran bir canavar olarak karşılarına çıkmıştı. İkincisi Türkler. Yüzyıllar boyu Çinlilerin başlarına bela olan Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya göçtükten sonra Avrupa’ya dünyayı dar etmiş, Akdeniz’de hayat alanı kalmayan Avrupa coğrafi keşiflere yönelmeye mecbur kalmış ve bu istila sürecinin uzantısı olarak Çin kapılarına kadar dayanmıştı. Yani Türklerin batıya yaptığı tazyik dünya etrafında tur atarak bu sefer doğu cephesinden deniz yoluyla Çinlierin başına bela olmuş.

Batı 16. yy’dan 20. yy’a kadar dünyayı maddi olarak sömürmekle meşgul olmuştu. O dönemlerde kültürel emperyalizme ne ayıracak vakitleri ne de donanımları vardı, kendiliğinden işleyen özenti kültürel asimilasyonlar sınırlı seviyede kalmıştı. Dolayısıyla Çin Batı’nın (özelde İngiltere’nin) ilk istilasından kitlesel uyuşturucu bağımlılığını saymazsak daha çok maddi hasarla kurtulmuştu. Ancak 20. yy’dan itibaren Batı kültürel enstrümanlar üzerinden istila hareketini de portföyüne eklemiş olarak geri döndü. Japonya, Güney Kore ve Vietnam gibi ülkelerin özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası müdahalelerle kültürel erozyona maruz kaldığını görebiliyoruz. Talihin bir cilvesi olarak 2. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın saldırısına maruz kalan ve mecburen ABD, Rusya ve İngiltere’nin safında savaşmak zorunda kalan Çin savaş bittiğinde kazananlar cephesindeki koltuğa oturmuştu (1945). Böylece Japonya’nın maruz kaldığı gibi dayatmacı bir Batı kültürü atağına duçar olmamıştı. Hemen akabinde komünist rejime geçmiş (1949) ve demir perde ülkesi hüvviyeti kazanarak, sonradan Kore’nin yaşayacağı türden yumuşak kültürel emperyalizmden de kendisini koruyabilmişti. 1839 İngiliz müdahalesinden 110 yıl sonra tıpkı eski Çin gibi kapalı kültür olarak 1990’lara kadar geldi.

Bütün bunları Çin’in hala kendine ait, kadim bir kültür örgüsüne sahip olduğunu resmetmek için anlattım. Yakın zamanda, bir taraftan kültürel ögelerini korumayı bir şekilde başarmış, diğer yandan hızla büyüyen ekonomik ve askeri bir gerçeklik olarak Çin’i göğüslememiz gerekecek. Son bölümde projeksiyonlar yaparak bizi bekleyen tehlikeyi analiz edeceğim.

1989’daki Tiananmen  Ayaklanması’yla ayar verilen Çin, Batı’nın “kapılarını aç ve rahatla” teklifine bir süre sonra olumlu karşılık verdi. Ama demir perdeler tamamen kalkmamış, sadece aralanmıştı. Çin Komunist Partisi (ÇKP) belli ki bu açılım için ciddi bir hazırlık yapmış.

Tahtası Çin toprakları ve taşları Çin halkı olan bir satranç maçı böylece başlamış oldu. Batı bu tür stratejik oyunlarda gayet mahirdir. Ama ÇKP de hiç boş olmadığını gösterdi. Üstelik oyuna ev sahipliği yapmak vasıtasıyla büyük bir avantaja sahipti. Şimdi bu açılım sürecinde neler yaşandığına bir göz atalım.

Çin’in yabancı sermayeye kapılarını açmasıyla paldır küldür bir yatırım hamlesi olmadı. Tedrici olarak gelen sermaye, daha çok sanayi ve teknoloji yatırımları yaptığından Çinliler bu süreçte hızlı bir şekilde bilgi ve teknoloji transferi yaparak kendi sanayisini de güçlendirdi. Sadece teknik bilgi değil aynı zamanda ticari örgütlenme ve pazarlama yöntemlerini de taklit ederek dünyanın serbest piyasasında boy göstermeye başladılar. Önceleri kalitesi ve fiyatı düşük ürünlerle kendilerine yer açtılar. Belki zengin coğrafyalarda şansları yoktu. Ama ürettikleri mallar orta ve düşük gelirli ülkelerde çok rağbet gördü. Bu süreçte Türkiye dahil pek çok ülkenin sanayi kuruluşları bu ürünlerle rekabet etmekte zorlanıp zayıfladı.

Bu ilelebet böyle gitmeyecek elbette. Çünkü ticaret hacmi ve kazancı yükselen Çin’in refah seviyesi de yavaş yavaş yükseliyor. Piyasada kendisine çok büyük avantaj sağlayan ucuz işgücü dinamiği zamanla zayıfladı ve zayıflamaya devam edecek. Ayrıca Çin’in diğer büyük kozu olan sübvanse edilmiş hammadde stokları da yavaş yavaş azalacak ve mecburen fiyat artırımına gidilecek. Yani ucuz Çin mallarıyla uzun süre devam edemeyeceklerdi. ÇKP bunun farkında olduğundan insan ve şirketlerini artık ucuz işgücü ve hammaddeyle rekabet etmek yerine, ürünlerine katma değer oluşturup orta ve üst sınıf mallar üretmeye yöneltti. Daha şimdiden bazı sektörlerin birinci klasman ürünlerinde ciddi pazar payı kapmayı da başardılar.

Çin devletinin ÇKP üzerinden uygulamaya sürdüğü derin aklı Batı’nın beklentilerini boşa çıkarmış gibi görünüyor. Çin halkı arasında yaygınlaşan refah ve özgürlükler üzerinden demokratik arayışlar oluşacağını düşünen Batı hem Çin’in ucuz işgücünü sömürme hem de bu yolla rejim ihracatı yapma hedefiyle yola çıkmıştı. Çin’de beklenen çözülme olmadı. Demokratik ortamlardaki enstrümanları kullanma geleneği ve becerisi üst seviyede olan Batı’ya ÇKP bu fırsatı vermedi. Halihazırda refah seviyesi artmış, şehirleri modernleşmiş, altyapı yatırımları giderek büyüyen, sanayisi güçlenmiş, teknolojisi gelişmiş bir Çin’le karşı karşıyayız. Ama halkı üzerinde kurduğu mutlak hakimiyetten de zerre kadar taviz vermediler.

Çin’in ilk bakışta Batı’nın kültürel hegemonyasından etkilendiğini düşünebilirsiniz. Alışveriş yoğunluğu artmış, eğlence sektörü açılımlar yapmış durumda. Çinliler kendi otantik isimlerinin yanına bir de Batı orijinli isimler eklediler. Lüks ürünlerin kullanımı arttı. Yurt dışına eğitim, ticaret için ya da turistik maksatlı giden yüz binlerce Çinli mevcut. Giyim kuşam şekilleri değişti. Bütün bunlar Batı yaşam tarzına kültürel bir teslim oluş değil midir? Bunun birkaç sebeple düşünüldüğü gibi olmadığını gözlemleyebiliriz.

Kültürel karşılaşmalarda mutlaka karşılıklı alışverişler olur. Bu durdurulabilecek bir dinamik değildir. Karşı kültürde bulunan ve fakat sizin kültürel kodlarınızı zedelemeyecek, aynı zamanda yaşam konforu, pratiklik sunacak ögeler kolayca sizin kültürünüze nüfuz edebilir, aynı risk karşı kültür için de geçerlidir. Çin devleti de bu kadar kültürel değişimi makul görecektir. Fakat biraz önce saydıklarımız kabul edilebilir seviyeyi aşmış görünüyor. Bunun da bir sebebi var.

Güneş balçıkla sıvanmaz. Ne kadar inkâr edersek edelim ne kadar zorumuza giderse gitsin İngilizce lisanının evrensel dil, Batı kültürünün de dominant medeniyet olduğunu kabul etmemiz lazım. Yani küresel hedefleriniz varsa mevcut kültürel vasıtaları yok sayarak bir yere varamazsınız. Mesela ÇKP pekâlâ vatandaşına Batı kökenli isim kullanmalarını yasaklayabilirdi ve bunu etkin bir şekilde denetleyebilecek iktidar gücü de var. Ama global iletişimde elini güçlendirdiğini bildiğinden seslerini çıkarmıyorlar. Belki de bu uygulamayı el altından kendileri yürürlüğe koydular. Benim tahminim Çin dünyada kültürel kodlara etkin bir şekilde temas edebileceği seviyeye gelene kadar bu tür uygulamalara mahal verecektir.

Çin’in vatandaşları üzerinde çok güçlü bir denetleme ve takip sistemi mevcut. Pandemi sırasında gündeme gelen elektronik Big Brother sistemi Çinllerin aldığı nefesi bile takip altına almış görünüyor. Ama benim asıl vurgulamak istediğim otorite yurt dışına çıkan Çinlileri hizaya getiriş şekli. Bilirsiniz eskiden bir sebeple yurt dışına çıkan Demirperde ülkesi vatandaşları fırsatını yakalayabilirse iltica talebinde bulunur ve ülkelerine geri dönmezlerdi. Hatta bu yüzden yurt dışına çıkan grupların refakatine mutlaka istihbarat ajanları verilirdi. Zaten sınırlı sayıda yurt dışı çıkışı olurdu. Ama şimdi eğitim, turizm, ticaret veya diplomasi maksatlı yurt dışı ziyaretlerinde Çinliler ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Yoğun asimilasyon baskısı altındaki Uygurlar hariç bir kişi bile Batı’dan iltica talebinde bulunmuyor. Bunun önemli bir sebebi Çin’in eskisi kadar boğucu bir ülke olmaması (Doğu Türkistan hariç). İkincisi de iltica talebinde bulunanların Çin’de bıraktıkları gerek mal varlıklarının gerekse yakınlarının başına neler gelebileceğiyle ilgili bir tahminlerinin var olması.

1997 yılında Hong Kong’u bir asırlık İngiliz yönetiminden devralan ÇKP burada da stratejik aklını devreye soktu. Hong Kong’un gelir seviyesi ile Çin’in kalan kısmı arasında uçurum vardı. Ayrıca Hong Kong’da yerleşmiş İngiliz yaşam formu ve kültürü mevcuttu. Doğrudan entegre yerine Hong Kong’a tanıdığı özel bir statüyle bölgeyi Çin ana karasıyla yarı geçirgen halde tuttu. Muhtemelen ilerleyen dönemlerde tam entegrasyon sağlanacaktır.

Bütün bu örnekleri ÇKP’nin 21. yy’da Çin’e çizdiği vizyonu ne kadar ince eleyip sık dokuduktan sonra belirlediğini anlatabilmek için verdim. Yazının ilk bölümünde vurguladığım aklı ve otoritesi güçlü yönetimlerin yeni dönemde ülkelerine güçlü bir ivme kazandıracağına dair iddiama Çin iyi bir örnek.

Buradan hareketle Çin’in 21. asrın ikinci yarısından itibaren dünyada önce ekonomik, ardından askeri ve akabinde kültürel üstünlük kuracağını kestirmek zor değil. Tabi işin en zor kısmı psikolojik kültürel üstünlüğü ele almak. Çin şu anda daha çok Batı’nın kültürel kodlarını benimsemiş görünse de belirli bir eşiği geçtikten sonra kendi kurallarını dayatmaya başlayacaktır. Coğrafi ve tarihsel şansının yardımıyla kültürünü büyük oranda diri ve bozulmadan tutmayı başaran Çin’in vatandaşları arasında buna bağlı olarak güçlü bir milli şuur da mevcut.

Tam burada yaklaşık üç asırdır dünyanın efendisi olan Batı medeniyetiyle, beklenen yeni efendi Çin medeniyetinin bizim açımızdan ne anlam ifade ettiğini anlamaya çalışalım. Gençlik yıllarımdan beri ekonomik ve kültürel Batı emperyalizmi ruhumu daraltır ve bir ömrü buna karşı direnerek geçirdim desem yeridir. Ama şimdiden o nefret ettiğimiz Batı’yı mumla arayacağımızı söyleyebilirim.

Çin’de uzun süre geçiren arkadaşlarımızdan Çin insanının karakteriyle ilgili bol bol ikiyüzlü, sinsi ve kaypak yorumlarını dinledik. Eski Türk kaynaklarında da benzer değerlendirmeler olduğunu biliyoruz. Diyeceksiniz ki “Batı insanı farklı mı ki?” Evet, Batı’nın devlet etiğinde çok farklı olmadığını söyleyebiliriz. Ancak insan ortalaması nispeten daha düzgün. Dolayısıyla Batı, kendi insanından yükselebilecek tepkilere binaen sömürü enstrümanlarını belli oranda insani hassasiyetlerle kontrol etmek gibi bir düzenleyici mekanizmaya sahip. Yine yapacağını yapıyor ama en azından kolunuzu koparmadan önce uyuşturuyor.

Batı’da burjuvanın 5-10 asırlık bir mücadele geçmişi ve güçlü bir aklı var. Bu sayede devletlerin gerek iç gerekse dış siyasetteki kararlarında çok ciddi etkileri var. Hatta kimi politik düşünürlere göre Batı’da devletlerin esas varoluş sebebi şirketlerin çıkarlarını korumak. Son dönem atılımdan sonra Çin’in dünyada en çok milyonere sahip ülke olması sizi yanıltmasın. Çin’de sermaye tamamen devletin hazırladığı ortam ve yönettiği dinamiklerle palazlanabildi. Çin devleti, Batı’daki gibi güçlü bir başkaldırı geleneği olmayan ve kendi ellerinde büyüttüğü Çin burjuvazisini başıboş bırakır mı sanıyorsunuz? Sıradan vatandaşlarının bile attığı her adımı takip eden ÇKP sermaye hareketlerini milimi milimine kontrol ediyordur emin olun. Bu bağlamda Batı’daki gibi devlet politikaları üzerinde tesiri olan bir sermayeden bahsedemeyiz. Bilakis bugün şahıslara veya şirketlere aitmiş gibi görünen bütün ekonomik birikimler topyekün Çin devletinin himayesi ve kontrolünde.

Çin’in dünya üzerinde egemen olmasının hiçbir şey olmasa bile paradigma değişiminden dolayı sancılı bir geçiş süreci olacak. Dünyanın en kolay dillerinden İngilizce’yi bile öğrenirken göbeği çatlayan gençlerimizin gerek alfabetik gerek gramatik içeriğiyle en zor lisanlardan olan Çince’yle boğuşmak gibi somut zorlukları bir kenara bırakalım. Esas Çin devletinin kafa yapısına nasıl alışacağız veya tahammül edeceğiz onu düşünelim.

Vahşi yemek kültürüne, acımasız bir tarihi geçmişe, yüksek şovenist duygulara sahip sahip bir milletin güç eline geçtiğinde nasıl zalimleşebileceğini hayal edebiliyor musunuz? Batı’da devleti kısmen dengeleyen veya frenleyen vatandaş hassasiyetleri Çin için geçerli değil. Üstelik ülkenin bütün ekonomik, kültürel hasılasını tek merkezden yönetebilecek ve gerektiğinde kullanabilecek bir devlet.

Hasılı Çin sazı eline aldığında hangi şarkıyı isterse onu çalacaktır. Şimdilerde piyasalarda yumuşak güçle boy gösterdiğine bakmayın. Zamanı geldiğinde demir yumruğunu tıpkı kendi vatandaşlarının tepesine indirdiği gibi üçüncü dünya ülkelerine de indirmekten imtina etmeyecektir. Çatalla yemek yemeye, kravat takmaya kültürel asimilasyonla tatlı tatlı alıştık. Ama ileride çubuk (chopstick)kullanmamız veya kimono giymemiz için kafamıza silah dayayabilirler.

Çin beni fazlasıyla ürkütüyor. Beni ürküten başka bir şey de zamanla Çin tehlikesini frenleyebilmek adına, ömür boyu küfür ve nefretle saldırdığımız Batı dünyasına destek vermek zorunda kalmak. Koca bir hayatı adadığınınız felsefenizin bu kadar çelişik bir dönüşe maruz kalması sizce de ruhsal açıdan ürkütücü değil mi?

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu