Nâbî’nin Harameyn Armağanı

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı İlâhî’dir makâm-ı Mustafâ’dır bu

Nâbî, 1642’de Ruha’da (Şanlıurfa) doğmuş. Asıl adı Yûsuf olmakla beraber Nâbî mahlasıyla tanınmıştır. Babasının adı Seyyid Mustafa, dedesi Seyyid Mahmud, dedesinin babası Seyyid Muhammed Bâkır ve onun babası Şeyh Ahmed-i Nakşibendî’dir. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Urfa’da geçiren Nâbî’nin burada iyi bir eğitim aldığı, Arapça ve Farsça öğrendiği anlaşılmaktadır. Bir rivayete göre, erginlik yaşlarında iken Yâkub Halife adında bir şeyhe intisap ederek tasavvufa yönelmiş, bir süre çobanlığını yaptığı bu şeyh onu İstanbul’a gitmesi için teşvik etmiş, bir başka rivayete göre ise Urfa’da arzuhalcilikle meşgulken mutasarrıfın dikkatini çekerek onun telkiniyle 1666’da İstanbul’a gitmiştir.

1678-79’da Nâbî hac farîzasını eda etmek için padişahtan izin alınca Mısır Valisi Abdurrahman Abdi Paşa’ya bu konuda bir de ferman yazılmıştır. Himaye ettiklerinden biri olup sonradan sadrazamlığa kadar yükselen Râmi Mehmed’i de yanına alarak Urfa yoluyla Medîne-i Münevvere’ye varan Nâbî’nin, “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mısraıyla başlayan ünlü na‘t-gazelini bu sırada kaleme aldığı kabul edilmektedir. Hac dönüşünde Mustafa Paşa’nın kethüdâlığına yükselen şairin Tuhfetü’l-Haremeyn adlı eseri bu seyahatin mahsulüdür.[1]

1712 baharında ağır şekilde hastalanan Nâbî Farsça bir tarih kıtası yazmış:

Zelîhâ-yı cihandan çekti dâmen Yûsuf-ı Nâbî
Gitti Nâbî Efendi cennete dek

Ölümüne işaret eden bu kıta bazılarınca onun ermişliğine yorumlanmıştır. Mahmut Karataş Nâbî için Urfa’da halen Hazret kelimesi kullanıldığını ve onun bir evliyâ gibi anıldığını söylemektedir. Nâbî 13 Nisan 1712 tarihinde vefat etmiş ve Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’nda Miskinler Tekkesi sofasına defnedilmiştir.

Nâbî’nin oldukça sanatkârane bir üslûpla kaleme aldığı Tuhfetü’l-Haremeyn’i hac seyahatnamelerinin en edebî olanıdır. Nâbî, eserinin başında onu niçin yazdığı konusuna açıklık getirir. Onun eseri yazma gayesi, kutsal yerlerdeki gözlem ve izlenimlerini edebî, canlı ve hisli bir üslûpla kaleme almak suretiyle hem önceden Hicaz’a gidenlerin hem de hiç gitmeyenlerin Hicaz’a gitme arzularını arttırmak ve dolayısıyla okuyucunun hayır duasını almaktır. Nâbî, asıl amacının ise Tanrı tarafından bağışlanmak ve cennete girmek olduğunu klişe ifadelerle vurgular. Seyahatnamesinde hayatı boyunca Hz. Muhammed’in mezarını ziyaret etmek istediğini ve ona uzaktan dualar gönderdiğini ifade etmektedir.[2]

Hac Yolculuğu[3]

Nâbî, Evliya Çelebi gibi, küçük özel bir grup veya kervanla İstanbul’dan yola çıkar. Yaşı otuz yedidir. Kafile, Kartal namındaki durak yerine doğru acele olarak hareket eder. Kartal, İzmit, Hersek ve İznik yoluyla Eskişehir’e ulaşan Nâbî ve arkadaşları orada kaplıcaya girerler. Nâbî, Seyyidgazi ‘de Seyyid Gâzî türbesini, Akşehir’de Şeyh Mahmûd Hayrânî’nin türbesini ve Seyyid Ni’metullâh Nahcivânî’nin kabrini ziyaret eder.

Ilgın ve Lâdik’den sonra Konya’ya varan Nâbî, orada Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mevlânâ’nın babası Bahâ’üddîn ve oğlu Sultan Veled’in yanı sıra Salâhaddîn Zerkûbî, Çelebi Hüsâmeddîn ve Sadreddîn-i Konevî’nin mezarlarını ziyaret eder.

“Mevlânâ’nın türbesinin göklere benzer yüksek bir kubbesi vardır ki parlak ve yüksek kısmından Süreyya’ya bağlanmış bir avize gibidir.”

Ereğli’de İşrâkiye adlı felsefenin kurucularından kabul edilen Şeyh Şehâbeddîn-i Maktul’ün mezarını ziyaret ettikten sonra Nâbî, Adana’ya giderek orada bir gün dinlenir.

“Burada insana eza vermeyi adet edinmiş taş kalpli güzellere benzeyen, ayna gibi görünen, cilalanmış mermerden yapılmış bir eşi daha bulunmayan meşhur caminin temaşası gönülleri ferahlatıyordu.”

Kervan, Misis Köprüsü’nden sonra Payas’a ulaşır:

“Geçmiş zamanlardan, dilden dile zamanımıza kadar yetişen bir habere göre, Hz. Danyal (as), ölüme ilaç aramak arzusuyla hikmet kitabını yanına alarak acele ile sahraya gittiği sırada Hz. Rûhulemîn’in kanadının ucu ile hikmet kitabına dokunarak ırmağa düşürdüğü yer olarak meşhur olan Misis Köprüsü’nden geçildi.”

Payas’ta Nâbî ve arkadaşlarının aşırı sıcaktan solugan (nefes darlığı) hastalığına tutulmaları onların en geç yazın başlarında orada olduklarını gösterir. Oradan da Antakya’ya geçen Nâbî, Antakya’da üç gün kalır. Antakya’da, kendilerine gönderilen Peygamber’e inandığı için halkı tarafından şehit edilen Habîb-i Neccâr’ın mezarını ziyaret eder.

“Antakya’nın başları dağın tepesini kucaklamış kuvvetli ve çok geniş kalesi vardır. Bu bölgenin dörtte biri ancak meskundur. Geri kalan kısmı insan ayağı değmemiş acayip boş bir şehirdir. Şehirde bazı mimari eserler vardır.”

Nâbî, Asi nehrini geçtikten üç gün sonra Halep’e giderek orada on gün kalır. Halep’te Hazret-i Zekeriyyâ’nın gömülü olduğu sanılan yeri ve Şeyh Ebubekir türbesini ziyaret etmeyi unutmaz.

“Halep çok fazla sayıda acayip yapılarla doludur. Eyvanları, bakarken insanın başından külah düşüren yüksek bina ve köşkleri, bakan gözleri acz içinde bırakır. Eyvanlarının kemerleri ufuk yayından daha geniş ve parlaktır. Bunların ayakları, cennet köşkü kadar latif, mermerlerinin işlenişi insanı hayrette bırakacak kadar güzeldir. Cami ve mescidleri çoktur. Zaviye ve tekkeleri sayısız derecededir. Şehir ortasında, içinde su dolu derin bir hendekle çevrili kale vardır. Başı ufka yetişen yüksekliğinden dolayı, bu kale halkının sesi aya yetişir.”

Daha sonra, Fırat’ı kayıkla geçerek kendi doğduğu şehir olan Urfa’ya gider. Bu, yirmi dört yaşlarında İstanbul’a gittiği bilinen Nâbî’nin on üç senelik ayrılıktan sonra Urfa’ya ilk gelişidir. Urfa’ya varınca kendi doğduğu eve giden Nâbî, iki kız ve iki erkek kardeşiyle hasret giderir. Hazret-i İbrahim’in Nemrut tarafından mancınıkla ateşe atıldığı yeri gezer. Nâbî, Urfa’da elli günden daha fazla kalır.

“(Yusuf, Mısır’a sultan olduğu halde, Ken’ân ilinde köle olmak Mısır’a padişah olmaktan daha iyidir) sözü üzere vatan hatırlandıkça şehrin etrafındaki toz ve toprakların birbirine karışması akla geldikçe, lale renkli göz yaşı damlaları zincirleme olarak peş peşe akıyor ve gödül divaneye dönüşüyordu.”

Urfa’dan sonra tekrar Halep’e dönmek üzere yola çıkan Nâbî ve arkadaşları Fırat’ı kayıkla geçtikten sonra muhtemel bir eşkıya saldırısından korktuklarından dolayı Antep’e yönelirler ve orada üç gün kalırlar.

“Yüz güzelliği, su ve havasının letafeti ile Arabistan gelini diye şöhret bulan Ayıntab şehrine vardık. “

Daha sonra Halep’e gelerek orada tekrar on gün kalırlar. Hama‘da Nehr-i Âsî üzerindeki yel değirmenlerini hayretle izleyen Nâbî Hıms (Humus) yolu üzerinde ünlü sûfî Bâyezid-i Bistâmî’nin mezarını ziyaret eder.

“Doğrusunu söylemek gerekirse dağınık görünümü olan bu şehrin her köşesinde bir hazine gömülmüş ve her tarafında kükreyen bir aslan yerleşmiştir.”

Hıms’ta ise ashaptan Hâlid b. Velid, Sa’d b. Ebî Vakkâs, ‘Amr b. Ümeyye, Dihye b. Halîfetü’i-Kelbî, ‘Ukkâşe ve ‘Abdullah b. Mes’üd, ‘Abdullah b. ‘Ömer, ‘Abdurrahmân b. ‘Avf, Ebü Mû-sâ’1-Eş’ârî, Ka’bu’l-Ahbâr, ‘Abdurrahmân b. Hâlid b. Velid, ‘Abdullah b. Ca’fer-i Tayyar, ‘Abdurrahmân b. Ca’fer-i Tayyar ve Vahşî’nin mezarlarını ziyaret eder. Bunların yanı sıra veli Cemâleddîn-i Kutub da ziyaret edilenler arasındadır.

“Sonra yüksek kalenin yüksek yerinde yapılmış olan cami-i şerife gidildi. Burada Hz. Osman’ın el yazısıyla yazılmış mübarek bir Mushaf-ı şerif vardır.”

“Hz. Osman’ın kırmızı gül yapraklı mushafıdır. Hayâ gülistanının yüzü o kırmızı gül Hz. Osman’ın (ra) gözü ve dili, Cenâb-ı Hakk’ın kitabının satırları üzerinde dalgalanıp yüzerken, kazâ deryası timsahının dişleri, yani keskin hançer, düşmanca o cennetlik bedenden ırmak gibi kan fışkırttı.”

Şam-ı Şerif’e Giriş: Daha sonra Kuteyfe’deki ünlü bir kervansarayda (Kadife Kervansarayı) istirahat eden Nâbî ve arkadaşları, Kuteyfe Boğazını geçtikten sonra yeşillenmiş uzun ve sık ormanlığın içinden geçerek Şam’a ulaşırlar.

“Dünya şehirlerinin en meşhuru olan Şam gibi büyük bir şehir, adeta saçın kıvrımları arasında kalmış gibi, iki tarafı ağaçlı düzgün bir yolun gölgesinde gizlenmiştir.”

Yolculuğunun safhaları için kesin tarih vermekten kaçınan Nâbî, Şam’a ulaştığı tarihi de söylemez. O, Şam’ın çarşısını, camilerini, kahvehanelerini, hamamlarını ve evlerini dikkatle inceler ve onları beğeni veya hayretle anlatır. Eserdeki, Şam kahvehanelerinin tasviri ve Çehrin kalesinin fethi dolayısıyla Şam’da, yapılan kutlamaların tasviri, dönemin sosyal hayatına ışık tutmaları bakımından önemlidir.

Gönül alıcı büyük şehir Şam, o kadar güzeldir ki sokakları âriflerin mezhebi gibi geniş; duvarları yiğitlerin himmeti gibi yüksek, sokağa bakan odalarının pencereleri ise âşıkların gözüne benzemektedir.

“Özellikle vatanda acı kahve içenler, yabancılık ve gam sevdalılarının dinlenme yeri olan kahvehaneler vardır. Bu kahvehanelerin hem kışlığı hem de yazlığı bulunmaktadır.”

“Emeviyye Camisi, Kıble duvarının binayı gören tarafında olan büyük mihrabın sağ tarafında Ebü’l Abbas Hz. Hızır (as) mahsus mihrabı vardır. İki süslü penceresinin süslü kitabesinin rengarenk camı olan iki lafza-i celal sınırı ayırır. Makam-ı Hızır’a işaret eder. Burada Yahya Peygamberin (as) nur saçan ravza-i şerifeleri vardır.”

“Ondan başka Bilal-i Habeşi hazretlerinin ve 200’e yakın ashab-ı kiramın türbelerini ziyaret etmekle içimiz ferahladı.”

Kudüs-i Şerif Tarafına Harekât: Nâbî, Kahire’ye gitmek üzere yola çıkar. Yola çıkış tarihi ise yine verilmez. Kervan, on günde Ramle’ye ulaşır ve oraya eşyalarını bırakarak Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmek için Kudüs’e gelir. Tuhfetü’l-harameyn’e Mescid-i Aksa’nın tasvirine ayrılan bölümün büyüklüğü, buranın tasvirinin eser için önemli bir yer tuttuğunu açıkça göstermektedir.

“Evvela Harem-i Mükerrem-i Aksa’nın kalesi güney ve doğu tarafında çok yüksek yapılmıştır. Boyu, güneyden kuzeye ve eni, doğudan batıya düşmüştür. Bu Harem-i şerifin batı ve kuzey tarafındaki evler ve medreseler şehre bitişir.”

“Doğu ve güney tarafı ise vadi ve dağlıktır. Harem-i şerif-i Aksa’nın, felek tabakasının sayısı gibi meliklerin oturduğu dokuz kapısı vardır. Şehrin en şereflisi kuzey duvarının doğu tarafına yakın mahallinde bulunan Babü’l-hıtta’dır.”

Yaklaşık üç günlük bir Kudüs ziyaretten sonra, Nâbî tekrar Ramle’ye döner ve oradan da Askelon, Gazze, Ariş, Suez ve Mısır’ın Salihiyye kasabası yoluyla Kahire’ye varır. Nâbî, Kahire’ye ulaştığında mevsim sonbahardır. O, Kahire’nin nüfusunun yoğunluğu, pazarları, binalarının yüksekliği ve mimarisi ve Kürt ve Çerkezlerin birbirleriyle rekabet ederek yaptırdıkları camilerin çokluğu ve birbirlerine yakınlığı karşısında şaşkına döner.

“Cami ve mescidleri o kadar çoktur ki bir kimse bir sene süresince cami ve mescidleri dolaşmaya niyet etse, yine de hesap tomarlarını dürüp bir tarafa bırakması imkansızdır. …… minarelerin sayısını anlamak için parmağımı hareket ettirdiğimde, gayet yüksek görünen minarelerin sayısı 1000’i geçmişti.”

“Etrafı hoş nakışlı Çerkez ve Kürtlerin ülkesi olduğu günlerde, bunlar birbirlerini kıskanırlar, başka milletin camisinde omuz omuza namaz kılmak hamiyet kaidesine aykırı olur inancıyla duvarları birbirine bitişik camiler yapıp, birbirine benzemekten çekinerek yüzü üzerine başka bir elbise giydirmişlerdir.”

Sultan I. Ahmed peygamberimizin Kadem‐i Şerîf’ini İstanbul’a getirtmiş fakat gördüğü rüya üzerine Kadem‐i Şerîf’i bir gemiye yükleterek Mısır’a tekrar geri göndermiştir.

Memluklu sultanı Kaytbay, bir gece rüyâsında Hz. Peygamber’in ayak izini görür. Uyandığında oraya kendisi için mezar yaptırır. Osmanlı sultanı I. Ahmed, Kaytbay’ın mezarı başındaki Kadem‐i Şerîf’i gemiyle İstanbul’a getirmek istemiş, gemi büyük bir fırtınaya tutulduğu için İstanbul’a güçlükle ulaşmıştır. “Bülbüllere virdi müjde‐i makdem‐i gül / Hoş geldi kadem getirdi gülzâra sabâ” terennümüyle Sultan Ahmed, mübârek taşı bağrına basar ve şu dörtlüğü söyler:

N’ola tâcım gibi başımda getürsem dâim
Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün

5 Aralık 1678’de, Nâbî, Mekke’ye gitmek üzere Mısır hac kervanına katılarak Kahire’den yola çıkar. Kervan Adiliyye, Birketü’1-hacc, Tih Sahrası, Sina Dağı, Mısır Akabesi, Bedr-i Huneyn ve Râbığ üzerinden gider. Kış aylarında bile gece yolculuk yapan Mısır hac kervanının yolculuk adetlerini, Nâbî hayretle canlı bir şekilde tasvir eder. “Tih çölü ve Tûrisînâ geçildi. Hz. Şuayb (as) ziyaret edildi. Huneyn arazisinin kapısında çadırlar kuruldu.”

Beytullah’ın Yüzünü Görmek

“Sonraları Müddea’yı geçerek karanlığı geciktiren Harem-i Mükerrem’in minarelerinin şerefeleri feleğe baş kıvırarak, Sidre kapısını aşındıran Bâbüsselam alnının secdegahı oldu.”

Pek Yüce Kâbe’nin Vasıflarının Zikri

“Kâbe, öyle güzel yüzlü nazlı bir meclistir ki Sidre’nin boyunun salınmasını süslemek için kıyam etmektedir. Mülk ve melekûtu temaşa edenlerin aşık bakışlarını hayrette bırakmıştır. Orası baş ve çevresinde rahmet toplanmış bir alandır. Mücevherlerle süslenmiş mukaddes yuvanın üstünde başı etrafında dönen, boynu kudretten halkalı yabani bir güvercin gibidir. “

Mina’nın Özelliklerinin Zikri ve Hayf Mescidi

“Mina vadisi, mübarek Mekke şehrinin bir buçuk saat kadar doğusunda gönül açıcı bir vadidir. Bu vadide birçok yüce bina yapılmıştır. O vadinin üzerindeki, ulu cennet dağının gölgesini yaydığı eteğinde «Hayf Mescidi» adında bir mabed vardır.

O feyizli mescidin arkasında nurlarla dolu cilveli bir mağara vardır. Yetimler incisi, iki cihan sedefi Resûlullah (sas) o mağarada ashâb-ı kirâm ile akid ettikleri zaman, cihanı yaşatan haberci Cibrîl-i Emîn (as), Mürselât sûresinin ayetlerini peygambere hediye etmeleriyle, o mağara «Mürselât Mağarası» namıyla şöhret bulmuştur.”

Mekke’de yirmi gün kalan Nâbî 12 Şubat 1679’da Medine’ye gitmek üzere Şam hac kervanına katılarak Mekke’den ayrılmış olmalıdır. 17. yüzyılda Şam hac kervanının 10 Muharrem civarında Medine’ye ulaştığı bilinmektedir.

“Bin doksanı biz Ka’bede itdik Nâbî ‘
Avdet ideli oldı selâsin sene”

Halk arasında Nâbî’nin meşhur şirinin Mekke’de yazıldığına inanılmaktadır. Nâbî, Medine’de iken bu şiirini yazar ve Hazret-i Peygamber’in türbesinde kandilleri yakma görevini gururla yaptığını söyler.

“Medine-i Münevvere’ye yarım saat kadar uzaklıktan Mufarrah dağı isimli yüce bir tepenin üzerine çıkıldığı zaman birdenbire alemin aynası Medine Kalesi göründü. O mukaddes gülşenin arasında dört minare tarafından çevrilmiş Hadra-i Nebevî’nin kubbesi arzulu gözleri nurlandırdığı zaman, büyük bir ah ve feryat kafilesi göklerin misafirhanesini lale renkli gözyaşları ile doldurdu. O zaman meleklerin durdukları yerin gözcüleri ve ceberut aleminin perdelerinin perdedarları, bu nağmenin kulaklara vurması ile uyandılar.

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı İlâhî’dir Makâm-ı Mustafâ’dır bu

Habîb-i Kibriyâ’nın h’âbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdın açdı mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu

Felekde mâh-ı nev Bâbü’s-Selâm’ın sîne-çâkidir
Bunun kandîlîdir hûr matla’-ı nûr-ı ziyâdır bu

Mürâ’ât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır busegâh-ı enbiyâdır bu

“Sonra hayat meclisinin dostu ve aynı odada ebedî gizlilik arkadaşı yani Cenâb-ı Sıddîk ve Faruk’un da (ra) karşısında gerekli dua yapıldıktan sonra, mukaddes odanın arkasında hidayet sedefinin incisi kadınların efendisi Hz. Fâtımatü’z-Zehra’nın da (ra) önünde dua edildi.  Ona yakın diğer bir kubbede de kâinatın efendisinin mahremleri olan temiz zevcelerinin mutlu otağları yer almıştır. Göklere değen bir kubbenin gölgesinde de Resûlullah’ın yüce amcası Hz. Abbas (ra) ile velayet madeninin dört cevheri ve emanet takının dört kandili, İmam Hasan b. Ali el Murtaza ve İmam Zeynelâbidîn ve İmam Muhammed el-Bâkır ve İmam Cafer-i Sâdık (ra) ebedî halvete çekilmişlerdir.”

Nâbî eserini, ebced değeri 1093(1682)’e karşılık gelen mısraı ile tarih düşerek tamamlamıştır.

Dedim tamâmına Nâbî bu nüshanın târîh
Bu (8) Tuhfe-i (493) Harameyn’im (348) kabul (138) ide (20) Mevlâ (86)’.

 

 

KAYNAKÇA

Coşkun, Menderes, Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin Tuhfetü’l- Harameyn’i, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002.

Coşkun, Menderes, “Şair Nâbî’nin Tuhfetü’l-Harameyn’inin İçeriğinin Analitik Bir Yaklaşımla İncelenmesi”, bilig-17/Bahar’2001.

Coşkun, Menderes, “Nabi’nin Tuhfetü’l-harameyn Adlı Seyahatnamesinin Edebi Kaynakları”, İstanbul, İlmî Araştırmalar,12/2001.

Karahan, Abdülkadir, “Nâbî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 32/358-260, 2006.

Karataş, Mahmut, Tuhfetü’l Harameyn (Harameyn Armağanı) – Nâbî, İstanbul: Mostar Yayınevi, 2013.

Kaya, İbrahim, “Tuhfetü’l-Haremeyn’in Metin Neşri ile İlgili Bazı Düşünceler”, Uluslararası Sosyal Aratırmalar Dergisi, 8/39, Ağustos 2015.

Şimşek, Adnan- Coşkun, Menderes, Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin Tuhfetü’l- Harameyn’i, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002.

[1] Abdülkadir Karahan, “Nâbi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 2006.

[2] Menderes Coşkun. ”Şair Nâbî’nin Tuhfetü’l-Harameyn’inin İçeriğinin Analitik Bir Yaklaşımla İncelenmesi”. bilig-17/Bahar’2001.

[3] Menderes Coşkun, Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin Tuhfetü’l- Harameyn’i. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002.

Mahmut Karataş, Tuhfetü’l Harameyn (Harameyn Armağanı) – Nâbî, İstanbul: Mostar Yayınevi, 2013.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu