Kürt Meselesinin Yakın Geleceği ve Yeni Bir Perspektif

Kürt meselesi yarım asırdan fazladır kendisini bölgeye dayatan, tarihin derinliği içerisinde yeni ortaya çıkmış eski bir mesele. Bölgenin uluslararası denklemleri itibariyle en karmaşık, insan, vicdan ve İslam düşüncesi içerisinde bir perspektif ortaya konsa belki en basit meselemiz. Fakat bölgenin kanayan yarası… Sadece son 30 yılda 40 binden fazla cana mal oldu, binlerce köy boşaltıldı, milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu. Onlarca söz söylendi, kararsız bazı adımlar atıldı, ancak yeterli irade gösterilemedi, çabalar yarım kaldı. Belki de Kalıcı ve gerçekçi çözüm bambaşka bir perspektif gerektiriyordu. İslami dil, İslami çözüm; hep konuşuldu hep gündem oldu fakat kimse bu milletin evlatlarını din ve tarih bütünlüğü içinde bir araya getirecek inisiyatifi almadı veya alamadı.

Tarihi olaylar, eğer bilimsel bir inceleme yapıyorsanız olayları kendi şartları içinde incelemenizi gerektirir. Binlerce yıllık tarihlerinde durgun halde yaşayan Kürtler, ilk defa zamanın bu diliminde harekete geçmiş bir millet olarak sahnededir. Kürtlerin nereye gideceği, ne yapacağı ve kendilerini nasıl sunacakları önemli bir sorudur, Türkiye’nin ve İslam dünyasının geleceğini yakından ilgilendirmektedir. Kürtlerin yaşadığı coğrafya İslam dünyasının asli ve tabii bir parçası, Kürtler de İslam ümmetinin en tabii bir parçasıdır. Yeryüzünde herhangi bir güç yeni bir dünyayı tasarlarken, Kürtlerin katılımı ve gönül rızasıyla süreci inşa eden aktörler olarak sahnede var olmalarını mutlaka hesap etmiş olmalıdır.  

Yarım asırdır kendini empoze eden bir mesele henüz tanımlamaya ihtiyaç duymaktadır. Zira hala taraflar veya birçok farklı taraf meseleyi tanımlamaktan, konuşmaktan hatta meseleyi kabul etmekten uzak duruyor. Bu da meseleyi derinleştirirken hem Kürt halkının hem de bu meseleyi gerçekten çözmek isteyen ve sorumluluk taşıyanları çözümsüzlüğe itiyor.  Tanımlamayı zorlaştıran en önemli sebep temsil ciheti itibariyle Kürtleri kim olarak görerek bu tanımları yapacağız ve meselenin varlığının tartışması cihetiyle de meseleyi var olarak kabul ediyorsak ne olarak var gördüğümüz tanımlamak için en önemli nokta olarak karşımıza çıkıyor. O halde bu iki cihete bakmamız gerekir. Temsil ciheti açısından Kürt siyasal hareketini tanımlarken iki farklı yaklaşımdan ya da iki farklı ana damardan bahsediyoruz biri seküler ve sol bir damar, diğeri de İslami düşünce ekseninde gelişen ana damar. Öyle ise Kürt siyasi hareketi dediğin kim? Veya ne? Tarih boyunca Kürtlerin milli, kültürel haklarıyla ilgili ve bir İslam toplumu olarak temsil mücadelesini kastediyorsak ayrı bir tanım, PKK ve varyantlarını kastediyorsak ayrı bir tanım yapmak gerekir. PKK ve türevleri, başlangıcı sosyal Marksizm olan, laik ve kendi tek parti rejiminde kendi dikdatöryasını kurmaya çalışan bir harekettir. Ama Şeyh Ubeydullah Nehri’den, Şeyh Said’ten, Ahmed-i Hani’den, ve Selahaddin Eyyubi’den bugüne kadar bir Kürt siyasal hareketinden söz ediyorsak laik çizgiden daha yoğun, bir İslami çizgiden bahsetmek gerekir.

Meselenin varlığının tanımlanması cihetine gelmeden bu tanımlamaları belirleyen dönemsel siyasal kırılmaları ifade etmek gerekir. Zira bu tanımlar büyük ölçüde bu kırılmaların doğurduğu tanımlardır. Türkiye’nin çeşitli sosyolojik kırılma anları vardır. Kürt sorunu açısından değerlendirecek olursak Şeyh Said kıyamı, 1960 darbesi sonrası oluşturulan Sivas Kampı, 12 Eylül ihtilali ile Diyarbakır cezaevinde yaşananlar, PKK’nın silahlı eylemleri başlatması başlaması, son yirmi yılda Kürt Solu’nun siyasallaşması ve son olarak karşı karşıya kaldığımız Açılım Süreci, Kürt sorununun kırılma anları olarak değerlendirebiliriz. Bu kırılmalar neticesinde toplum bilincinde sorunu tarif etmede bazı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.     

Bu çerçevede sorunun tümüyle bir “terör ve güvenlik” ten ibaret olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Özellikle devlet piramidinde üst tabakalara doğru çıkıldıkça, sorunu salt terörden ibaret görenlerin sayısı ve etkinliği artıyor.

Bir kesime göre, Kürt sorunu bölgenin içinde bulunup da bir türlü aşmaya muvaffak olamadığı “aşiret yapısı”ndan kaynaklanmaktadır. Türkiye, modernleşme sürecine katıldıkça bu handikapı aşacaktır diye düşünüyor bu kesim. Sözgelimi kentleşme, ticarileşme, eğitim, refah ve Batı’yla entegrasyon geliştikçe sorun da ortadan kalkacak, çünkü aşiret yapısı ve geleneksel toplumsal-kültürel ilişkiler dağılıp yok olacaktır. Kürt halkını köleleştiren aşiret liderleri, ‘feodal ağalar’, ‘halkı uyutan şeyhler’, kısaca katı geleneksel yapıdır. Bu sözde ilerlemeci ve aydınlanmacı bakış açısı, “kimlik meselesi”nin ve buna bağlı ayrılıkçı ya da ayrışmacı taleplerin refah toplumlarında da ortaya çıktıklarını göz ardı ediyor. İtalya, Belçika, İspanya-Fransa veya Kanada’daki örnekler bu tezin ne kadar arkaik olduğunu göstermeye yeter. Bazen zenginler ve “gelişmişler” kendilerinden daha geri ve yoksul olanlardan ayrılmak istemektedirler. Kuzey İtalyanların ayrışma talepleri bunu göstermektedir. Bununla ilgili denebilecek tek şey, kimlik sorunu, geleneksel toplumların değil, tam aksine modernliğin ve modern toplumların temel problematiğidir.

Bununla bir ölçüde bağlantılı diğer bakış açısına göre, sorun tümüyle “ekonomik”tir. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, diğerleriyle mukayese edildiğinde yoksulluk hüküm sürmektedir. Üretim azlığı, milli gelirden alınan payın küçüklüğü, yüksek doğum oranları, işsizlik, istihdam daralması vb. bir dizi faktör bölgeyi ekonomik bakımdan güçsüz düşürmektedir. Terör, bölgenin beşeri ve iktisadi coğrafyasını çökertiyor. Aslında herkesin tek derdi karnını doyurmaktır. Karnı doyan ve cebi para gören kimse terörist olmaz. Dolayısıyla bölgeye kömür ve gıda gibi ayni yardımları yapmak, bir miktar nakdi katkılarda bulunmak sorunu çözer. Bugünkü iktidar partisinin bu “çözüm”e hayli iltifat ettiği görülmektedir. “Ekonomik” faktörün son derece önemli bir rol oynadığı muhakkak olsa da, bunun da doğru bir tespit olmadığını yukarıdaki somut örnekler göstermeye yetmektedir. Derinden bakıldığında bu bakış açısının bir miktar ‘aşağılayıcı’ olduğunu dahi söylemek mümkün.

Kürt sorunun salt “dinî duyguların zayıflaması” dolayısıyla ortaya çıktığını, “İslam kardeşliği” nin bunu çözmeye yettiğini düşünenler de var. Hiç şüphesiz sorunun anlaşılmasında ve çözümünde “din belirleyici” bir faktördür, ancak konu soyut bir çerçevede ele alındığında bizi çeşitli yanılgılara götürebilir. Çünkü içi doldurulmamış, hak ve hukuk normlarıyla sınırları tayin edilmemiş ve genellikle bir tarafın lehine işleyen bir kardeşliğin havada kaldığı, yürümediği görülmektedir. Herkesin meşru taleplerinin karşılanması durumunda “İslam kardeşliği” sağlam bir ortak payda olur. Yani bir tarafta Silahlı çözüm önerisi (PKK), diğer tarafta başka bir silahlı çözüm önerisi (Asker) ve bu zihniyetin sivil uzantıları yer alırken Türkiye özelinde siyasal denklemin Kürt meselesi ili ilgili olarak uzun bir zaman bir tarafı olan ve üçüncü bir çözüm önerisi sunan milli görüş partilerinin yıllardır savunduğu adalet, refah ve gerçek hak anlayışına dayalı İslam kardeşliğini esas alan çözüm önerileridir.

Kimlik ve Talep

Tarihi bir gerçeklik olarak medeniyetimizin zirve anlarından biri olan Osmanlı, kurulduğu günden beri İslam kardeşliğini te’sisde ve birçok milleti Osmanlı üst kimliğinde bir arada tutmada başarılı olmuştur. Osmanlının zayıflaması ve tarih sahnesinden çekilmesi, Fransız ihtilaliyle başlayan milliyetçilik, ulusçuluk ve Ulus devlet anlayışının dünyada büyük bir zemin ve yayılma alanı bulmuştur. Türkçülüğün ve Arapçılığın hızla yayıldığı Osmanlı coğrafyasında bu furyadan etkilenmeyen yegâne Osmanlı milleti Kürtler olmuştur. Türk ulusçuluğu zemini üzerine kurulan Laik Türkiye daha başından problemlerle beraber gelişmiş fakat özellikle tek parti dönemi yöntemi olarak belirginleşen problemleri çözmek yerine bastırmayı üzerini örtmeyi yöntem olarak seçmiştir. Milliyetçilik ülkenin temel ilkelerinden biri olmuş ve doğal olarak beraberinde karşı milliyetçiliği de doğurmuştur.

Tek parti döneminde uygulanan devlet politikaları Türkiye’de dini, siyasi ve etnik bütün akımları rejim düşmanı olarak kodlamış ve her türlü hareketi bastırma yoluna gitmiştir. Tek parti dönemi Türkiye’si bölgeyi eğitim, sanayi ve ticaret gibi birçok konuda geri bırakarak kontrol altında tutmayı amaçlamıştır. İsmet İnönü’nün doğu ve güney doğu vilayetlerini gezerek hazırladığı meşhur “Kürt raporu” uzun bir zaman devlet politikalarına kaynaklık etmiştir.

 Kırk yıllık zaman içerisinde özelliklede OHAL dönemlerinde devlet, halkın hissettiği kurumları açısından kontrolü kaybetmiş ve kırk yıllık bilinmeyen bir gizli tanıklar tarihi yazılmıştır. Reddedilen JİTEM, Hizbullah ve PKK arasında geçen veya geçtiği konuşulan olaylar zinciri. Fakat bildiğimiz, gördüğümüz bir şeyler var ki o da on binleri aşan faili meçhuller, öldürülen binlerce vatandaş, kayıp verdiğimiz bu halkın evlatları olan askerlerimiz, Diyarbakır askeri cezaevinde görülen işkenceler, yakılan ve boşaltılan köyler ve dahası… Bu kadar yaşanan olaylar karşısında hiçbir yöntem bilgisine dayanmayan, batıdan devşirilen modellemeler, plansız ve dışarıdan yönetilen operasyonlar daha fazla ölüm getiren ve hiçbir hak ölçüsüne dayanmayan çözüm önerileri.

Türkiye’deki muhafazakâr ve dindar hareketlerin Kürt Sorununa ısrarla uzaktan ve resmi ideoloji çizgisinden bakmaları sorunun kangren hale gelmesinin en önemli sebeplerinden biridir. Oysa sorunun çözümü belki de tam da burada İslami anlayıştan neşet edebilir; İslam’ın ümmeti tanımlaması, adaleti ve hak anlayışını ortaya koyuş biçimi her şeyin üstünde anlayış ortaya koymaktadır. Tüm milletlerin dillerini ve kültürel haklarını koruma altına alan hak anlayışıyla beraber sadece bizim ülkemizin değil, tüm bölgenin etnik problemlerini çözebilirdi ve hâlâ da çözebilir. Sorunun diğer tarafları açısından ise geç kalmış bir Kürt ulusalcılığı bir yüzyıl öncesinin gözde kavramlarının bugünkü koşullara uygulanmasını gereksiz ve Kürt halkını geriye götürecek bir çaba olarak görüyorum. Aynı şekilde resmî ideolojinin yetmiş yıllık çözüm önerileri de zaten ortadadır bu yaraya ilaç olmamıştır.

Meselenin toplumsal karşılığında insanın en tabii haklarını içeren taleplerin en basit bir biçimde özeti şu üç temel üzerine oturmuş isteklerdir.

a) Kürt kimliğinin tanınması;

b) Ana dil üzerindeki baskıların kalkması;

c) Bölge halkının sosyal ve ekonomik refah seviyelerinin düzeltilmesi.

Bu üç temel istek insani ve İslami olarak makul ölçülerle karşılanabilir ve toplumsal ayrışma önlenebilir. Sadece toplumsal boyutu diyorum çünkü sorunun büyük bir kısmı dışarıdan yönetilen uluslararası politik bir sorundur. Ülkemizde bugün Kürt sorunu konuşulurken belki de en az konuşulan boyut şüphesiz uluslararası boyuttur. Halbuki sorunun bu kadar yıldır büyüyerek karşımıza çıkmasının sebebi uluslararası destektir. Kürt meselesinin ülkemize ve bölge ülkelerine karşı sürekli bir kart olarak kullanılması ciddi bir tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Ayrıca çözüm noktasındaki hükümetlerimizin sorunun uluslararası boyutunu görmezden gelmesi birtakım uluslararası güçlerin kendi meselelerimizi dış müdahaleye açık hale getirmektedir. Bu durum iç politika dışında sorunun çözümüne dönük bir dış politika vizyonu da gerektirmektedir.

MESELENİN GÖZARDI EDİLEN ULUSLARARASI BOYUTU

Soğuk Savaş sonrası Türkiye dış politikasını etkileyen önemli faktörlerden birisi şüphesiz Kürt meselesidir. Gerçekten de Kürt sorunu Türkiye dış politikasının genel vizyonu, iç dinamikleri ve ikili ilişkileri üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Özellikle sorunun uluslararası boyutu onu acil çözüm bekleyen en önemli dış politika sorunu haline getirmektedir. Ayrıca Kürt Sorununun yabancı aktörlerin Türkiye’nin içişlerine karışmalarına zemin hazırlayarak aleyhine kullanılabilecek bir koz olması Türkiye’nin uluslararası alandaki imkân ve yeteneklerini daraltmaktadır. Ortadoğu ve Batı’yla ilişkilerde büyük zorluklara yol açması da konunun Türkiye dış politikasındaki önemini artırmaktadır. Bugün Suriye, Irak, İran ilişkilerimizde doğrudan belirleyici bir meseledir.

Türkiye başlangıçtan beri Ulus Devlet anlayışının bir tezahürü olarak sorunun uluslararası boyutunu görmezden geliyor veya uluslararası arenada bu sorunla mücadele edemeyecek kadar bağımlı, bu iki durumdan hangi denklem içinde olursak olalım bu sorunun, uluslararası güçlerin kontrolünde bize karşı kullanılan bir dış politika malzemesi olduğu anlamını taşır. Ulus Devlet Türkiye’nin gözlerini kapadığı ve çoğunlukla bizim etrafımızda gelişen bir yığın olay var. Kürt Sorunu ve PKK süreci de bunlardan biri. Öncelikle bizim ülke olarak Kürt Sorununun Uluslararası boyutunu neden göz ardı ettiğimizi ortaya koymalıyız. Ayrıca neden yarım asırdır bu coğrafyanın kendini en fazla dünyaya empoze eden bölgesel sorununa kapalı kaldığımızı iyi tahlil etmeliyiz.

  • Türkiye geçtiğimiz yüz yılın köhnemiş ideolojisi ve terk edilmiş düzeni olan Ulus Devlet modelini anlayış olarak sürdürmesi içerde ve dışarıda politikasını bu anlayışla şekillendirmesi coğrafyamızda yaşanan bu uluslararası sorunu görmemize veya doğru algılamamıza engel olmuştur. Çünkü Ulus Devlet tek bir kimlik üzerinden kendisini tarif eden ve herkesi tek bir kalıptan geçirmeyi hedefleyen bir karakteri vardır. Ulus Devlet bu karakteri gereği kendi kabul ettiği kimlik dışındaki herkesi ötekileştirir, ötekileştiremediklerini baskı altına alarak asimilasyona tabi tutar. Bu baskı süreçleri sonrası anarşizm, dünya devletlerinden ve dünya siyasetinden kopma süreci yaşanır. Böylece kendi sınırlarına geleceğini hapseden bir ülke kaçınılmaz bir durum olur.
  • Osmanlı bakiyesi veya hilafet bakiyesi coğrafya ile kopardığımız bağlar ve neticesinde oluşan düşman komşu ya da paranoya derecesinde üretilen sınır komşular düşmanlığı bu bölgesel soruna bizi kapatan diğer bir süreç oldu.  Bu süreci oluşturan temel sebepte elbette cumhuriyetin ilk yıllarında şekillenen redd-i miras anlayışıdır.
  • Ümmet eksenli ve islam Kardeşliği çerçevesinden kavmiyetçi toplum ve kavim devlet çerçevesine geçiş ve bu geçişin büyük paradigmadan küçük ve sığ bir paradigmaya doğru oluşu bizim kendi sınırlarımız ötesinde gelişen olayları anlamamıza engel oldu. İmparatorluk paradigması ve ufku elbette Anadoluya hapsedilemezdi zira sonuçları kaçınılmazdı.
  • Cumhuriyeti kurduğunu söyleyen Gereksiz derecede ve mutlak ölçüde batılılaşma idealini topluma dikta eden tek parti rejimi ve medeniyeti batının düşünce ve hayat tarzını yakalamak olarak algılayan akıl, elbette doğuya ait olana kapalı kalacaktı. Hatta İsmet İnönü’nün Kürt raporu sonrası başlayan ve uzun yıllar devam eden asimilasyon politikası da bu sınırsız batılılaşma sevdasının bir ürünü olarak karşımıza çıkacaktı.
  • Daha birçok sebep eklenebilecek tarihsel süreç ile ilgili son olarak şunu söyleyebilirim, ikinci dünya savaşı sonrası hemen her devlette oluşan gayri meşru derin yapılanmaların kendi hayatiyetlerini sürdürebilmek için oluşturdukları ve topluma empoze ettikleri korku dünyası politikasıdır. Türkiye’de otuz yıldır gayri meşru derin örgütsel yapılanmaların beslendiği en büyük kaynak güvensiz toplumsal ortam, anarşi, bitmeyen ve tarif edilemeyen ama hep korkulan iç tehdit saçmalıklarıdır. Hâlbuki yapılan ümmeti ve devleti var eden ve ümmetin unsurları olan halkların suni düşmanlığıdır. Bu bakış açısı toplumunda devletle beraber kendisini dışarıya kapatmasına sebep olmuş ve devlet kendi eliyle oluşturduğu dünyanın en fazla inanıcısı olmuştur.

Sosyolojik bir mühendislikten geçirilen ve birçok yapay süreçler yaşayan toplumun bilinç altı yıpranmış, hayatını, hayallerini, nesillerini ve gelecek için kurguladığı dünyasını birçok acılar ve göz yaşları üzerine kurmak zorunda kalmıştır. Acılar ve göz yaşları üzerine kurulan dünyaların, umut, adalet ve refah üzerine yeniden inşası elbette uzun zaman alacaktır.

Türkiye özelde Kürt sorunu genel itibariyle dış politikasının her yönüyle sağlıklı bir zemine oturması için kendi tarihsel dinamiklerini, toplumun inanç değerlerini ve Batı dünyasının iki yüzlü kanlı medeniyetini doğru okumalıdır. Bugün Türkiye Irak politikasında, Suriye politikasında, İran ile ilişkilerinde ve Batıya karşı atılacak her adımda karşısına çıkan Kürt sorununu uluslararası boyutuyla çözmek zorunda olduğunu görmelidir. Kürt sorununu Suriye’den, Irak’tan ve İşgalci İsrail Yönetiminden ayrı düşünmek Ülkenin dinamiklerini ve bölgesel güç olmaya çalıştığı bölgenin dinamiklerinden haberi olmamak demektir. Bu bağlamda Türkiye; dış politikasını yeni bir politik zemine oturtmalıdır. Türkiye Ulus devlet paradigmasının sınırladığı, batı dünyasının reflekslerini takip eden, Amerika çıkarlarının boşluklarında yer arayan dış politikadan vaz geçmelidir. Diyarbakır, Cizre, Halep, Musul, Horasan, Bağdat, İslamabad ve Bütün İslam coğrafyası bize her zaman Telaviv’den, Washington’dan ve bütün zalim ve iki yüzlü batıdan daha yakındır.

Türkiye yer aldığı bölgenin -Dünyanın en hareketli bölgesidir- sorunlarına kendisini kapatmamalıdır. Kürt sorunu, şimdilerde yaşadığımız Suriye olaylarıyla göstermiştir ki artık uluslararası bir sorundur. Bu sorun artık ne kandilde ne de İmralı’da çözülemeyecek kadar derinleşmiş ve uluslararası arenada birçok gücün beslendiği bir sorun halini almıştır. Bu soruna dair taraf olduğunu ilan eden hükümet, Kürt solu ve İslamcılar Kürt sorununa ilişkin gerçekten bir çözüm arayacaklarsa ve adım atacaklarsa önce dış politika vizyonlarını ortaya koymalı ve irade göstermelidirler. Dışarıda batının kucağında gezen hiçbir siyasi veya sosyal grup bu meseleyi çözme iradesi gösteremez.  Bu meseleyi biz kendi medeniyetimiz, inanç değerlerimiz ve tarihsel bütünlüğümüz merkezinde çözmediğimiz takdirde batının ve Siyonizm’in elinde bir kart olarak duracaktır.

Meselenin çözümü, uluslararası boyutu, iç ve dış dinamikleri birtakım çözüm yöntemlerini gündeme getirmişse de gündeme gelen yöntemler batıdan devşirilen bazı tecrübelerden ibarettir. İspanya, İskoçya, İngiltere modelleri uygulanmaya çalışılmıştır. Bu bölgenin, ülkemizin medeniyet birikimine ihanettir. Kaldı ki ortaya konulan modeller ile bizim yaşadığımız meselenin yakından uzaktan benzerliği yoktur. Biz aynı tarihin, inancın ve coğrafyanın evlatlarıyız bir medeniyetin bakiyesiyiz. Kardeşliğimiz her sorunu beraber çözmeye muktedirdir. Bu bağlamda ortaya konulan yöntem sorunu önemli bir krizdir ve analize muhtaçtır.

KÜRT SORUNU VE ÇÖZÜM SÜRECİ İÇİN BİR YÖNTEM ANALİZİ

Türkiye’nin Osmanlı sonrası yaşadığı paradigma küçülmesinin en belirgin miraslarından biri hiç şüphesiz Kürt meselesidir. Yapısal olarak bu mirası bugünlere kadar taşıyan ise Yeni Cumhuriyetle beraber devraldığımız batının düşünme, üretme ve insanın merkezinden uzak çözüm getirmedeki yöntem ve aklıdır.

 Bugün bu ve benzeri meselelerin geldiği yıkıcı noktanın en önemli sebebi hiç şüphesiz bir yöntem sorunudur. Batılı gibi düşünerek Anadolu’da yaşamaya çalışmak, İngiliz aklıyla Kürt meselesini çözmek, ABD ile yol haritası belirlemek hepsi birer zihinsel yokluk ve kokuşmuşluk tezahürüdür. Aslında Türkiye’nin anayasa, Kürt meselesi, dış politika gibi birçok meselede sorunu bir yöntem sorunudur.

Tam olarak nedir yöntem sorunumuz? Öncelikle biz bir meselenin çözümünde hangi esasları, değerleri veya hangi kavramlar üzerine yöntem inşa edeceğimizi belirlemeliyiz. Tam da burada sorunumuz başladı.

Çözüm sürecinin yöntem sorunu buydu. Çözüm sürecinde İngiliz, İspanyol ve ABD yöntemleri veya tecrübeleri tartışıldı, konuşuldu fakat ortada ne kavram ne değer ne de kendi sosyolojimizi ortaya koyan bir parametre yoktu. Kürt sorununun tarifi, Kürt açılımlarının yapılma şekli ve Çözüm sürecinde oluşturulan çözüm masası, hiçbiri ne İslami aklı ne de bu milletin yerel kültürünün kodlarını taşımıyordu. Adalet, ümmet, kardeşlik, affetme, kusur örtme ve bir arada yaşama erdemi gibi değer ve kavramlar Kürt meselesinin çözümünde hemen hemen hiç devreye girmedi. Batılı paradigma, barış, eşitlik, kanun, hesaplaşma gibi sorunlu kavramlar ile hem ayrışmacı yeni bir bilinçaltı hem de çözümsüzlüğü daha da derinleştirmiş oldu. Halbuki savaşın barışı olurdu, sınıfların eşitliği olurdu. Biz kanun koymayız adaleti tesis ederiz bütün bunlar yepyeni bir sorunla karşı karşıya kalacağımızı gösteriyordu.

Yöntem sorununun bu kavram ve değer sorunları yanı sıra birde kültür, sosyoloji ve yerellik sorunu vardır. Kürtlerin, Arapların ve Türklerin kendine has bir yaşam biçimi vardır. Yemekten, konuşmaya, giyimden, mimariye her biri bir kendine özgülük taşır. Bu coğrafyanın bir arada yaşama tecrübesi bin yılı aşkındır, bu coğrafyada kadın bir meta değildir. Bu coğrafyanın şehirleri, arifleri, hikmetli sözleri, vicdanı ve kalbi vardır fakat batılı yöntem ve paradigma çözüm sürecinde irfan ve hikmet yerine aklı, Medine modeli yerine kentli çözümü, vicdani olanın yerine reel ve pragmatist olanı koydu.

Çözüm masasında iki karşıtlık olarak oturmak ve bu karşıtlıkların “örgüt ve devlet” olarak kodlanması bölgenin diğer bütün unsurlarının devre dışı kalması çözüm sürecine kaos yönünde mecburi bir istikamet çiziyordu. “HDP-Ak Parti” – “Örgüt-Devlet” karşıtlığı ya da ortak aklı kendi tabiatında İslami erdem kardeşlik tarihi, ümmet varlığı gibi en güçlü çözüm kuvvetlerini devre dışı bırakıyordu.

Modelde yöntem sorunu, kavram ve değer belirlemede yöntem sorunu, yerel ve kültür kodlarında yöntem sorunu, masanın oluşmasında yöntem sorunu başlıklarıyla özetleyebileceğim bu yöntem sorunlarının en sonuncusu bağımsız ve küresel tekelin dışında kalma sorunudur.

Çözüm sürecinde ve Kürt sorununun tanımlanma döneminde Türkler ve Kürtler arasında sanki bir savaşın sonrasında kurulan barış masası dili ve bu sorunu ABD, Almanya, İsrail ya da özetle Siyonist Küresel Düzenden ayrı görme hatası süreci bu noktaya getiren en belirgin etken olmuştur. Bağımsız bir dil ve yöntem ile süreç inşası yapılmalıydı. Bu coğrafyada hiçbir sorun asla İngiliz-Yahudi küresel aklından bağımsız değildir. Hem bu küresel aklın bölgesel çıkarları hem çözüm süreci tarihi bir yanılgıdır.

Türkiye bütün sorunlarını inanç, kültür, bilgi ve tecrübemizle ortaya koyacağımız İslami, vicdani, bağımsız ve kültür kodlarımıza uygun bir yöntemle çözmelidir.

KÜRT MESELESİ VE KÜRTLER NEREYE

Bu günlerde Tarihin çok hızlı aktığı zamanın hassas bir noktasında bulunuyoruz. Bu hızlı akış kesinlikle zamanın önemsizliğine değil kuruculuğuna işaret etmektedir. Bu yıllarda doğru yön belirleyen tüm milletler gelecek hedeflerini ve nesillerini hedefe ulaştıracaktır. Bundan yaklaşık yüz yıl önce kurulan dünya sistemi birkaç kez tadilata uğrasa da aşikâr olan hakikat, kurulu sistemin artık insanlığı taşıyamadığıdır.

Dünya yeni bir kabuk değişimi dönemine girmiş gözüküyor. Küreselcilerle ulus devletlerin çatışması, Çin’e doğru kayan sermaye merkezi, bölgesel aktörlerin değişimi, dijitalleşme, küresel pandemi ve inşa ettiği yeni dünya birçok alanda yeni bir sistem öngörüyor. İslam ülkeleri ya taraflar arasında bir tercihe zorlanıyor ya da Libya, Suriye, Sudan ve diğer birçok örnekte olduğu gibi tasfiye ediliyor. Türkiye son yıllarda bölgesel bir aktör olarak güçlü bir belirleyici ülke oldu. Bu durum bölgede birçok dengeyi değiştirdi ve değiştirmeye devam edecek. Ayrıca birçok İslam ülkesi de hızla değişen denklemler içerisinde İsrail yakınlaşması ve ABD iş birliği süreçlerini hızlandırarak konum belirlemeye başladılar. Bu durum Türkiye ve İran gibi ülkeleri zor bir sürece itebilir fakat bölgesel denklem Türkiye lehine ilerlemeye devam edebilir. Zira toplumlar ile devletleri arasındaki bağlar her gün daha da azalıyor ve yeni bir sosyoloji oluşuyor.

Genel olarak değişen ve hızla yeni bir sisteme doğru akan Dünya ve bölgemiz içerisinde Ülkemizin ve yakın bölgemizin geleceğinde en belirleyici ve en fazla önümüze çıkacak mesele hiç şüphesiz Kürt meselesi olacaktır. Bana göre ABD’nin yeni seçim sonuçları bu gerçeği daha da güçlendirmiştir. O Halde yeniden güçlü bir biçimde karşımıza çıkacak bu meseleye dair yeniden bütün dengeleri gözden geçirmeli ve yeni bir okumaya tabi tutmalıyız.

Suriye konusunda belirleyici olacağı kesin görünen PKK ve PYD, Kuzey Irak’ta da bir ayrışma ve çatışmanın ya da mevcut Barzani yönetiminin alternatifi olarak hazırlanıyor gibi görünüyor. Küreselciler her mevzi kazandığında Türkiye’de Demirtaş gündemi güçleniyor. PKK Türkiye içinde tasfiye edilerek yeni bir siyasal çizgi Türkiye’nin geleceğine dayatılıyor. Bütün bunlar yeni dönemin en çok tartışılacak konuları olarak önümüze çıkacak gibi görünüyor. O halde Kürt sorununun yeni dönemi diyebileceğimiz bir döneme doğru giderken süreç nasıl ve kimler tarafından inşa edilirse öylece yürüyecektir. Yeni dönemin dikkat edilecek ve uyarıcı kodlarına gelince;

  1. Yeni dönemin belirleyici unsuru siyaset olacak. Siyasi partilerin ittifakları, tutumları ve konum belirlemeleri sürecin geleceğini belirleyecek.
  2. Yeni dönemde Türkiye’nin, Kürt sorununda ve bölge politikalarında en belirleyici unsurlardan biri de Ortadoğu’daki değişim süreci olacaktır. Ortadoğu’daki değişim sürecini yönetme biçimi ve izlediğimiz yol Kürtlerin ve Kürt meselesinin de geleceğini belirleyici bir öneme sahip.
  3. Küreselcilerin etkinliği veya kazanımları bölgede Kürt solunun ve siyaset kurumlarının etkinliğini ve konumlarını belirleyici olacaktır. 
  4. Örgütün etkinliğinin azaldığı siyasetin merkeze oturduğu PKK’yı konuşmadığımız siyaseti daha fazla etkin göreceğimiz yeni bir dönem başlıyor.
  5. İslam Düşünce ekseninin bu süreçte net bir tavır ve konum belirlememesi veya belirleyememesi durumunda bölgeden ve Kürt meselesinde tamamen kopma tehlikesi yaşayacağını ve bir daha bu konuda söz söyleme imkânı bulamayacağı sorunun çözümü açısından önümüzdeki önemli bir mesele ve tehdit olarak görüyorum.
  6. Son olarak mesele Türkiye’nin birçok bölgesel konuda ABD ve Avrupa ile pazarlık konusu olacağı ve Türkiye’nin iç politik geleceğinde de belirleyici bir rolü olacağını düşünüyorum.

O halde neler yapılmalı, mesele daha yerel ve daha biz merkezli olarak nasıl küresel bir tehdit olmaktan çıkarılabilir. Bütün bu süreçler Kürtlere biçilen bir rol müdür? Yoksa Kürtlerin kendi tercihi midir? Bu sürecin kazananı kimler olur. Kürtler bir millet olarak ortak bir toplumsal tavır edinebilir mi? Zira edinirse ve bu tavır Kürtlerin tarihi, kültürel, inanç ve değerlerine dayanırsa gerçekten farklı bir gelecek ve Kürtler nereye sorusuna yüz yılları etkileyecek bir cevap verilebilir. Kürtler uluslararası bir projenin tarafı olarak küçük kazanımlar ve çıkarları tercih ederse bir milletin kimlik kaybını, hepimizin nasıl düşmanlarımıza yenildiğimizi görmüş oluruz. Bu perspektifle şunları öngörebiliriz.

  1. Hem kendi sınırlarımızda hem de bölgesel sorunlarımız için medeniyet birikimimize ve ülkemizin siyasi tecrübesine güvenerek Yeni bir yöntem ve felsefi yaklaşım geliştirmeliyiz. Yakın gelecekte yeniden önümüze geleceğini düşündüğümüz bu ve bunun gibi meseleler için bir yöntem ortaya koymazsak politik ve diplomatik arenada kaybeden olma ihtimalimiz yüksek.
  2. Kürt meselesi başta olmak üzere Ülkemizin yakinen ilgilendiği Suriye ve Libya konusunda sorunlu ilerleyen bir taraf var. Bütün yönleriyle başarılı operasyonların toplumsal muhataplığı, sosyolojisi ve sivil tarafı ıskalanıyor. Yine yakında karşımıza yeniden çıkacağını öngördüğümüz Kürt meselesi ya da yeni bir çözüm sürecinde bu kez mutlaka Toplumsal muhataplık ve soruna bütüncül bakış sorunsalı çözülmelidir.
  3. Kendimize ait bir yönteme sahip olmadığımız için bir dil oluşturma ya da iletişim kurmada büyük sorunlar yaşanıyor. Kendimize ait bir dil ve iletişim biçimi kurmalıyız. Geçmiş tecrübe oldukça kötü bir tecrübeydi ve sanki savaşan iki milletin barışı veya yüzyıllardır süren bir savaşın barış masası kurulmuşçasına bir dil ve iletişim kullanılmıştı. Bu kasıtlı dil ayrışmayı hızlandırdı ve derinleştirdi.
  4. Yeni kavramsal çerçeve çizilmelidir. Yani bu süreçte sürekli batıya ait tecrübeden yola çıkarak birtakım kavramlarla yönetilen açılım ve çözüm süreci kültür, medeniyet, örf gibi temel dayanaklarımızdan uzak bir zeminde konuşuldu. Bu hem çözümü imkânsız hale getirdi hem de toplumdan kopuşu artırdı.
  5. Sorunun yarım asırlık tarihinde belirleyici rol almış uluslararası güçler ve istihbarat örgütleri Kürt Sorunundan ayrı düşünülmeyeceği gibi çözüm sürecinden de ayrı düşünülmemelidir. Türkiye sırtındaki AB, NATO ve ABD ittifakı gibi yükleri atmadan bölge istikrarına katkısı sınırlı ve her zaman batının dengeleri üzerinden yürüyecektir. Çözüm sürecine uluslararası müdahaleyi engelleyecek bağımsız adımlar atılmalıdır.
  6. Son olarak Türkiye Kürt meselesi gündemini ve diğer bölgesel gündemleri aşmak için daha büyük bölgesel veya küresel bir proje ortaya koymalıdır. Yani toplumsal barışı sağlayacak tüm adımları Ülkenin daha küresel çapta bir projesinin parçası olarak çözmelidir. Türkiye’nin etrafında şekillenmeye başlayan halkları, devletleri ve politik merkezleri daha fazla hedefe odaklayacak ve kenetleyecek küresel veya bölgesel bir projesinin olmayışı tüm krizleri tek tek tüm derinlikleriyle yaşamasına sebep olmaktadır.

Özetle yeni post-modernizim sonrası dünya kurulurken Türkiye keskin yol ayrımlarına doğru ilerliyor. Belki entegrasyonu tercih edecek belki de kopuşu ve yeni bir merkez oluşturmayı. Bu tercihler bizim sorun çözme kabiliyetimize göre belirginleşecek gibi görünüyor. Türkiye pandemi sonrası şekillenen yeni sistemde birçok yeni karşılaşma yaşayacak ve bu karşılaşmalar için yöntem, felsefi alt yapı ve bütüncül yönetim gibi hazırlıklar aşılması gereken sorunlar olarak karşımızda bekliyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu