Toplumu Savunmak mı Gerek?

Varoluşçu felsefenin önemli isimlerinden olan Jean-Paul Sartre “İnsan özgürlüğe mahkûmdur” der. Bu yazıda insanın özgürlüğü ve toplum arasındaki ilişkiyi, internette gezerken karşılaştığım bir görsel üzerinden irdelemek istiyorum. Yukarıda gördüğünüz üzere çitin öteki tarafına “bir şekilde” geçmiş bir koyun (biz kendisine Sartre diyelim) ve diğer tarafında ise bir koyun sürüsü var. Görsele ilk baktığımızda aklımıza gelen ilk şey Sartre’ın artık özgür bir koyun olduğudur, kendisini sınırlayan çiti aşmıştır. Peki, Sartre gerçekten özgür müydü?

Gerçekliğin Sosyal İnşası diye Peter L. Berger ve Thomas Luckmann’ın yazmış olduğu bir kitap var. Kitapta, kısaca, gerçekliğin insanların birbirleri ile olan etkileşimleri sonucu, toplum tarafından oluşturulduğu ve sonraki nesillere aktarıldığı ifade edilir. Bu kitapta anlatılan gerçeğin farkına üniversiteden sonra varabilmiştim. Özellikle iş aradığım dönemde, toplumdaki yozlaşma ile de ilk defa yüzleştim. Eğitim hayatı bir şekilde beni içinde yaşadığım topluma, Durkheim’ın deyimi ile onun “sosyal gerçekliklerine” yabancılaştırmıştı. “Yanlışlar” toplum tarafından “doğru” kabul edildiğinde; gerçekten de yanlış, doğru oluyordu. Yaşadıklarım beni “gerçekliğin doğası” üzerine düşünmeye itmişti. Yanlış bildiğim çoğu şeyin “doğru” olarak kabul edildiğini, hayatın buna göre aktığını görmek benim adıma adeta bir büyü bozumuydu. Buna neden bu kadar şaşırmıştım bilmiyorum, oysaki insanoğlu yüzyıllar boyu dünyanın düz olduğuna inanıp öyle yaşayabilmişti.

Doktorada aldığımız bir derste bir film izlememiz gerekiyordu, Swing Kids. Filmden bir sahne dikkat çekiciydi. Hikâye Nazilerin Alman toplumu üzerinde etkili olmaya başladığı 1930’larda geçiyordu. Filmde Amerikan müziğini, İngiliz modasını ve Harlem argosunu seven gençlerin Nazi konformizmine karşı gösterdikleri direnci görmekteyiz. Filmin bir sahnesinde başrollerden biri, annesinin görüşmeye başladığı Nazi askeri için “Bay Knopp bir nazi” diye itiraz ettiğinde, annesi çok ilginç ve beni düşündürten bir cevap vermişti: “Ne olmuş yani, tüm ülke nazi!” Herkesin Nazi olduğu, Nazi olmanın sosyal bir norm, bir kaide olduğu ve hatta Nazi olmamanın maliyetli olduğu bir sosyal iklimde, bireyler buna neden karşı çıksın ki? Buna karşı çıkmak mümkün müdür?  Hannah Arendt Kötülüğün Sıradanlığı kitabında Nazilerin Yahudilere yönelik uygulamalarında önemli bir rol oynayan ve herkesin bir canavar olarak gördüğü Adolf Eichmann’ın aslında sıradan bir kişi olduğunu ve yaptığı kötülükleri bir memurun görev bilinci ile düşünmeden yaptığına dikkat çekmiştir. Arendt’in dikkat çekmek istediği şey bu tip bireyleri var eden toplumdu. Bir başka deyişle Alman toplumunun Yahudi soykırımında hiç suçu yok muydu?

Koyun Sarter’a dönersek; bildiğimiz gibi insan toplumsal bir varlık, doğumundan ölümüne diğer insanlara varoluşsal şekilde bağımlı. Hayata verdiği anlam ancak başka insanlar varken bir anlam ifade ediyor. Bu nedenle, koyun Sarter toplumsal sınırları, kuralları, gelenekler yani kısaca toplumun kültürü diyebileceğimiz o çiti aştığında uçsuz bucaksız bir boşluk ile karşılaşacaktır. Burda artık önünde kocaman bir görev durmaktadır, hayata yeniden bir anlam vermek. Garip bir şekilde bunu tek başına yapamayacaktır, diğer insanlara ihtiyacı vardır. Toplumun olmadığı bir denklemde koyun Sarter’ın özgürlüğünün de bir anlamı olmamaktadır. Birey hayatına yön verebilmek için diğer insanlara ihtiyaç duyar. Toplum ise bireyin diğer insanlarla etkileşim ihtiyacından doğar ve zamanla onu sınırlayan bir konuma gelir. Garip bir şekilde, toplumun bireyi sınırlandırması aynı zamanda bireyin özgürleşmesidir. Bu nedenle, bir adada tek başına yaşayan Robinson Crusoe’un özgürlüğünden bahsedemeyiz. Fakat bireyi her anlamda sınırlayan bir toplumda da birey, “birey” olarak var olamaz. İşte bu yüzden de, günümüz dünyasında, bireyin en büyük mücadelesi toplum karşısında otonomisini korumak olmaktadır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu