Tahrik, Meşru Müdafaa ve Misilleme Söylemleri Arasında İsrail-İran Gerginliğindeki Son Durum

İran-İsrail gerginliği, bölgeyi uzun süredir yoran ve her iki ülkenin de bölge dışı ilişkileri hasebiyle küresel anlamda da kendini hissettiren bir gerçeklik olarak gündemimizi meşgul etmektedir. İki ülke arasındaki uzun erimli gerginliğe rağmen özellikle İran’ın, doğrudan bir sıcak çatışmadan kaçındığı ve İsrail’in muhtelif saldırılarını “stratejik sabır” olarak isimlendirilen politika gereğince geçiştirmeye çalıştığı görülmektedir.

Ancak İsrail bu konuda İran’a göre daha istekli görünmekte ve bir şekilde İran’ın savaş sahasına çekerek, ABD’den alacağını hesapladığı askeri ve siyasi destek ile İran’ı Suriye ve Irak örneklerinde olduğu gibi “çökmüş bir devlet” (failed state) haline getirmeye çalışmaktadır.

Bu kapsamda özellikle İran’ın nükleer çalışmalarının deşifre olduğu 2003 yılından beri hummalı bir çalışma yürütmekte ve ABD ile diğer Batılı ülkeleri kullanarak İran’ı sıkıştırmaya ve nihayetinde sonlarını getirecek olan bir hamle yapmaya zorlamaktadır.

Aksa Tufanı sonrası İsrail’in bölge politikası

İsrail, Hamas’ın 7 Ekim 2024 tarihinde gerçekleştirdiği Aksa Tufanı saldırısının arkasında da İran’ın olduğunu iddia etmiş ve Hamas’ı Daeş ile özdeşleştirip yanına da İran’ı katarak, tıpkı ABD’nin 11 Eylül’den sonra yaptığı gibi, İran ve bölgedeki vekillerine karşı küresel bir mücadele başlatmayı hedeflemiştir.

ABD’nin çatışmaların bölgeye yayılmaması politikası gereğince bölge ülkelerini İsrail’e karşı hamle yapmaktan uzak tutması nedeniyle İran’ı sahaya çekemeyen İsrail, hedefine ulaşabilmek için Suriye ve Lübnan’daki İran hedeflerine saldırılar düzenlenmiştir.

İran yönetimi ise; 2020’de Devrim Muhafızları Ordusuna bağlı Kudüs Gücü’nün komutanı olan Kasım Süleymani ve Irak’taki Haşdi Şaabi gücünün başkan yardımcısı olan Ebu Mehdi el-Mühendis gibi iki önemli şahsiyetin Bağdat’ta ABD askerleri tarafından öldürülmesinden sonra, İran’ın nükleer çalışmalarının beyni olarak kabul edilen nükleer fizikçi Muhsin Fahrizade’nin de Tahran’da kimliği belli olmayan kişilerce suikaste kurban gitmesinin ardından, bu saldırılara gerekli karşılığı veremediği ve bu kişilerin intikamının alınamadığı gerekçesiyle hem İran halkı hem de vekil güçleri tarafından eleştirilmekteydi.

Her ne kadar İran, Suriye ve Irak’taki Şii milisler marifetiyle bölgedeki ABD üslerine yapılan ve hiç kimsenin yara dahi almadığı saldırıları, Kasım Süleymani ve Fahrizade’nin intikamı olarak pazarlasa da, nihayetinde bunlar yeterli bulunmamış ve İran’ın iddia ettiği kadar güçlü olmadığı hatta “kağıttan kaplan” olduğu ileri sürülmüştür.
Bunun yanı sıra İsrail, 7 Ekim’den sonra İran’ı muhtemel bir savaşın içine çekmek maksadıyla; Hamas ve İslami Cihat’ın Lübnan’daki yapılanmalarıyla doğrudan Hizbullah komutanlarına yaptığı ısrarlı saldırılar yetmiyormuş gibi İran topraklarına yönelik bazı saldırılarla İran’ı kışkırtmaya devam etmiştir. İran tüm bu saldırılardan sorumlu tuttuğu İsrail ve ABD’ye doğrudan karşılık veremezken, her seferinde İsrail’in tuzağının farkında olduklarını ve bu tuzağa düşmeyeceklerini açıklamıştır. Ancak İran’ın bile sessiz kalamayacağı ve mutlaka karşılık vermesi gereken olay ise 1 Nisan’da vuku bulmuştur.

İsrail’in kırmızı çizgiyi geçtiği vaka: Konsolosluk saldırısı

İsrail, 7 Ekim’den itibaren sözde Hamas’ı bitirmek bahanesiyle başlattığı Gazze saldırılarının yanı sıra İran ve vekil güçlerine karşı yaptığı saldırılara rağmen İran’ı bir türlü çatışmaya çekemeyince yeni bir oyun planı hazırlamıştır.

Bu kapsamda, 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluk binasını vuran İsrail, bu saldırıda 3’ü asker olmak üzere 7 İranlıyı öldürmüştür. Ölenlerin ikisinin general rütbesinde olması ve bu generallerden biri olan Muhammed Rıza Zahidi’nin İran’ın bölgedeki en önemli komutanlardan biri olmasının yanı sıra, İsrail’in Viyana Sözleşmesindeki diplomatik temsilciliklere dokunulamayacağı kuralını da çiğnemesi, İran’ı bir karşılık vermeye zorlamıştır.

İran’ın meşru müdafaa hakkını kullanması

İsrail’in 1 Nisan’da İran’ın Şam konsolosluğuna saldırması iki ülke arasındaki örtülü savaş için kırılma noktası olmuştur. Zira İran yönetimi artık üzerlerindeki tazyiki kaldıramaz hale gelmiş ve bölgedeki caydırıcılığını ve inandırıcılığına muhafaza edebilmek için, her ne kadar ABD ile koordineli olduğu iddia edilse de İsrail’e karşı doğrudan bir saldırı gerçekleştirmiştir.

İsrail’in Şam’daki konsolosluğunu vurması nedeniyle uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru müdafaa hakkını kullanan İran, 13 Nisan gecesi topraklarından İsrail’e yönelik; yüzün üzerinde kamikaze dron, yüz kadar balistik füze ve otuz kadar da seyir füzesi ateşlediğini duyurmuştur.

İran’ın İsrail’e yönelik ateşlediğini iddia ettiği dron ve füzelerin çoğunluğu; İsrail, ABD, İngiltere ve hatta Ürdün uçakları ve hava savunma sistemlerince Irak, Suriye, Ürdün ve bir kısmı da İsrail hava sahasında olmak üzere %99 başarıyla etkisiz hale getirilmiştir.

İran’ın Birleşmiş Milletler daimi temsilciği aynı gecenin geç saatlerinde duyurduğu bir açıklamayla, “Şam konsolosluğuna yönelik saldırıya karşılık yapılan misillemenin son bulduğu, eğer İsrail bu saldırıya karşılık verirse daha sert bir cevap verileceği” ifade edilmiştir.”

Nihayetinde İran ilk defa İsrail’e yönelik doğrudan bir misillemede bulunmuş ve üzerindeki baskıyı nispeten hafifletmiştir. Her ne kadar bu saldırıda hiçbir İsrail askeri ölmemiş ve İsrail’in askeri kapasitesine ciddi hiçbir hasar verilmemiş olsa da, İran İsrail’e saldırabileceğini ve İsrail’i vurabilecek silahları olduğunu tüm dünyaya göstermiştir.

İran’ın misillemesi kime yaradı?

İran 13 Nisan’da nihayet İsrail’e saldırarak iki ülke arasındaki gerginliği yeni bir evreye taşımıştır. Ancak saldırının sonuçlarına bakıldığında saldırıya maruz kalan İsrail’in bu süreçten daha kazançlı çıktığı görülmüştür. Zira Gazze’deki soykırım suçları nedeniyle yoğun eleştirilere maruz kalan İsrail yönetimi, İran saldırısı sebebiyle mağdur durumuna geçerek, azalmaya başlayan Batı desteğini yeniden konsolide etmiş ve dikkatleri Gazze’de işlediği suçlardan uzaklaştırarak, Refah’a yönelik nihai saldırı için görece bir meşruiyet elde etmiştir.

İran da meşru müdafaa hakkını kullanarak, İran’ın asla İsrail’e saldırmayacağını ileri sürenleri boşa çıkarmış ve halkı nezdinde de ülkesini koruyan rejim olarak konumunu güçlendirmiştir. Benzer bir şekilde Hizbullah, Ensarullah ve Suriye ile Irak’ta bulunan diğer Şii milis grupları nezdinde azalan kredibilitesini tanzim etmiştir.
Böylelikle İran’ın misillemesi her iki tarafından kazandığı ama İsrail’in İran’a göre nispeten karlı çıktığı bir süreç olarak kayda geçmiştir.

İsrail’in İran misillemesine verdiği karşılık

Ancak süreç burada bitmemiş ve ABD’nin İsrail’i İran’ın misillemesine karşı misilleme yapmaması konusunda ısrarlı bir şekilde uyararak, İran’a saldırması halinde İsrail’in yanında olmayacağını ve destek vermeyeceğini ifade etmesine rağmen İsrail, 19 Nisan sabahı 3 insansız hava aracı ile İran’ın İsfahan şehrindeki nükleer tesislerinin ve hava üssünün civarını vurmuştur.

Aynen İran İsrail’e saldırdığında olduğu gibi, İsrail’in İran’a yönelik saldırısında da herhangi bir zarar ve kayıp söz konusu olmamıştır. Buna rağmen İsrail kendisine yönelik hiçbir saldırıyı karşılıksız bırakmayacağını göstermiş, sembolik olsa bile bir kere daha İran’ı vurmuştur.

İran ise medyaya yansıyan patlama görüntülerini dahi inkâr ederek, İsrail’in saldırısında hiçbir zayiat görmediğini, İsrail dronlarının hava savunma sistemleri tarafından düşürüldüğünü iddia ederek neredeyse İsrail saldırısı hiç olmamış gibi davranmıştır. Böylelikle 13 Nisan gecesi yapılan, “eğer İsrail bu misillemeye cevap verirse daha ağır bir karşılık veririz” sözünün yükümlülüğünden kurtulmayı hedeflemiştir.

İran-İsrail restleşmesinin bölgeye yansıması

İran ile İsrail arasında uzun süredir vekiller üzerinden devam eden gerginlik ve örtülü savaşın, artık asılların ortaya çıkmasıyla düşük yoğunluklu da olsa sıcak çatışmaya dönüşmesi bölge ülkeleri açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.

Zira İran’ın 13 Nisan’daki saldırısında Ürdün ve Suudi Arabistan’ın İsrail’in yanında yer alıp, İran füzelerinin düşürülmesinde görev aldıkları iddia edilmiştir. Bölgenin diğer ülkeleri de, İran’ın Birleşmiş Şartı’ndaki 51. Maddeye istinaden meşru müdafaa hakkını kullanmış olmasına rağmen İran’ı desteklememişler, hatta İsrail’e saldırarak bölgenin güvenliğini tehlikeye attığını ileri sürerek, eleştirmişlerdir.

Bu süreçte Türkiye ise, her zaman olduğu gibi taraflara itidal tavsiyesinde bulunmuş ve iki ülke arasındaki tansiyonun bölgesel bir savaşa yol açabilecek seviyeye geldiği uyarısını yapmıştır.

Türkiye’nin her iki ülkeyle yaşadığı muhtelif sorunlara rağmen takındığı uzlaştırıcı tutum, bölge ülkeleri kadar küresel aktörler tarafından da memnuniyetle karşılanmıştır. Hatta ABD’nin Türkiye üzerinden İran’a mesaj göndererek, İsrail’e yönelik misillemelerinde ölçülü olması ve büyük bir savaşa yol açacak adımlardan imtina etmesini istediğine yönelik bazı haberler servis edilmiştir.

Bu konuyla ilgili olarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın yaptığı açıklamalar ziyadesiyle manidardır. Zira İsrail ile İran arasındaki restleşmeyi bir tiyatro olarak görüp, ciddiye almayanların aksine Fidan, iki ülke arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşın tüm bölgeye zarar vereceğini ve hiç kimsenin bundan azade olamayacağının altını çizerek, gerginliğin hafife alınmamasını, bilakis herkesin çok dikkatli olması gerektiğini ifade etmiştir.

Tarafların bundan sonraki muhtemel adımları

İran ve İsrail kendilerine yönelik saldırılara karşılık vererek caydırıcılıklarını idame ettirdiklerini düşünmekte ve bir sonraki karşılaşmaya daha hazır olmanın hesaplarını yapmaktadırlar. İsrail, İran’ın misillemesiyle Batılı ülkeler nezdinde azalan desteği tekrar kazanmış olarak, bölgenin kendi çıkarları doğrultusunda tanzimine ve İran’ın kendisi için bir tehdit olmaktan çıkartılmasına yönelik politikalarına devam etmek niyetindedir.
İran ise, İsrail’e yönelik misilleme yapmış olmanın verdiği rahatlamayı kullanarak rejimini tahkim etmiş ve gelecekteki nihai hesaplaşma için başta nükleer silah edinme ve envanterindeki füzelerinin geliştirilmesi çalışmalarına başlamıştır bile.

İç kamuoyunu tatmin eden İran’ın, son restleşmede İsrail’e yardım ettiği ortaya çıkan bölge ülkeleriyle yüzleşmesi ve onları kendi tarafına çekmek için uğraşması, bu mümkün olmazsa da onları bir şekilde cezalandırmaya çalışması beklenmektedir. Bu konuda geçtiğimiz yıl Suudi Arabistan ile normalleşmesinin mümkün kılan Çin’den destek alması beklenen İran’ın ne kadar başarılı olacağı ise tartışmalıdır. Zira başta Ürdün olmak üzere bölge ülkelerinin kazanan tarafta olmak gibi bir politikaları mevcut olup, mevcut koşullar altında tek başına kalmış olan İran’ı tercih ederek, Batı’nın ve özellikle ABD’nin hışmına uğramak istemeyecekleri anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak,

İran ile İsrail arasındaki uzun süreli gerginlik döneminin ardından son dönemde yaşanan gelişmeler, taraflar arasındaki hesaplaşmanın; ilk defa vekiller marifetiyle değil, asılların doğrudan karşı karşıya gelmesi şeklinde yaşandığını müşahede etmemize yol açmıştır. Bu karşılaşmada İsrail’in tahriklerinin büyük rol oynadığını söylemek mümkündür. Ancak İsrail’in İran’ı tahrik edip savaşa çekmek isterken çok tehlikeli bir oyun oynadığının ve bu kapsamda uluslararası sistemi ve hukuku araçsallaştırdığını da belirtmemiz gerekmektedir.
İsrail, İran’ın diplomatik misyonuna yaptığı saldırıyla İran’a meşru müdafaa hakkını kullanması için imkân tanımışken, İran da yapmış olduğu misilleme ile İsrail’e cevap verme fırsatını takdim etmiştir.

Bu sefer karşılıklı saldırılar olabildiğince ölçülü tutulmuş ve her iki taraf ta diğerinin kabiliyetlerini test edip limitlerini zorlamışlar ama geri dönülemez o son adımı atmamışlardır. Bu konuda ABD’nin telkinlerinin etkili olduğu söylense de, nihayetinde iki ülkenin de birbirlerini hala varoluşsal tehdit olarak gördükleri unutulmamalıdır.

Kaldı ki, İsrail dışında bölgedeki pek çok ülke de İran’ı, etnik ve mezhebi sebeplerden dolayı tehdit olarak görmekte ve ABD’nin de telkinleriyle İsrail cephesinde konumlanmayı tercih etmektedirler.

Önümüzdeki süreçte de İsrail ve ABD merkezli “İran’ın izole edilmesi” politikasına devam edileceği ve İran’ın da buna karşı bölge dışından aldığı destekleri muhafaza etmeye çalışarak, bu sayede bölgede İsrail’in ortaya koyduğu güç projeksiyonunu dengelemeye çalışacağı değerlendirilmektedir.

Ezcümle, taraflar arasında yükselen tansiyon şimdilik yerini sükûnete bırakmış gibi gözükmekle birlikte, önümüzdeki dönemde de İsrail’in İran’ı tahrik etmeye devam edeceği düşünülmektedir. İran’ın da şimdiye kadar ki stratejik sabır konseptini esnetmesi ve bundan sonra İsrail’in tahriklerine cevap vermek hususunda daha cevval olacağı değerlendirilmektedir.

İki ülke arasındaki bu çatışmalı trendin devam etmesi halinde ise önümüzdeki dönemde yaşanması muhtemel karşılaşmaların daha yıkıcı sonuçlara yol açması kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle tüm tarafların dikkatli olması, kendilerinin ve bölgenin mahvına yol açacak irrasyonel adımlardan kaçınması en makul seçenek olacaktır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu