Eğitim-Bilgi İlişkisi ve İlimler Tasnifi

Gelenekten Günümüze İlimler Tasnifi

İlimler tasnifi İslam düşünce geleneğinde bilgi ve varlığın ilişkisi, bilginin mahiyeti, talim edilmesi, disiplinlerin birbiriyle olan ilişkisi ve irtibatı açısından oldukça önemsenmiştir. Aslında tasnif bir yönüyle bilgide farkındalığı yanı bir disiplinin kapsadığı tüm bilgiyi ve sınırlarını ortaya koymak açısından bir yönüyle de bilgide bütünlüğü sağlamak cihetinden çok önemli bir meseledir.

Aristo ile başlayan tasnif çalışmaları birbiri ardına birçok dönemler filozoflar bu tasnifleri yapmışlar. Doğrusu bir varlık tartışması yürüten ya da kendine ait bir varlık görüşü olan bir ilim adamı hiç kuşkusuz kendi varlık tasavvuruna uygun bir ilimler tasnifi yapmak durumunda oluyor. Bu doğrudan her bilginin hangi varlık mertebesinde ve varlıkla nasıl bir irtibatı olduğunu ortaya koyma çabasıdır. Bu çaba varlığı, bilgiyi, bunların mahiyetini, ortaya koymak açısından kaçınılmaz bir çabadır.

Bu çabanın yani ilimler tasnifi çalışmalarının kısa tarihsel sürecini belli başlı tasnifleri özetlemek en yakın dönem tasniflerden biri olan ve kapsamı ve varlığın mertebeleri ile olan ilişkilendirmesiyle Taşköprülüzade’nin tasnifine bir miktar değinip özetlemek ve bugün ilimler tasnifi meselesinin eğitim süreçlerinde yaşanan krizlere dair yönlerine değinmek istiyorum.

Aristo başta olmak üzere, pek çok filozof ve alime ait, farklı ilim tasniflerinin varlığı bilinmektedir. Aristo’nun tasnifi, 1. Nazarî felsefe, 2.Amelî felsefe, 3. Şiir ve estetik, şeklindedir.(Açıkgenç,1991:49-50) Büyük ölçüde bu tasniften ilhâm alan İslâm alimleri ve filozofları daha sonra benzer ve çok kapsamlı, farklılıkları belirgin bazı tasnifler yapmıştır.

Taftâzanî’nin torunu el-Hafîd Ahmed, 1.Şer’î, 2.Felsefî diye ilimleri iki grupta F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2005 15 (2) toplar.(el-Hafîd, 2b-4b)

Filozof el-Kindi, ilimleri, I. Dinî ilimler (tefsîr, kelâm, fıkıh vb.), II.İnsanî ilimler: 1.Amaç olan ilimler: a. nazarî (fizik, psikoloji, metafizik) b. amelî (ahlâk, siyaset), 2.Araç olan ilimler (mantık, geometri, mûsikî) şeklinde tasnif eder. (Kaya, 2002) İbn Rüşd’ün sınıflandırması ise, 1.Alet ilimler (ilm-i âlî), 2.Alet olmayan ilimler (ilm-i gayr-i âlî veya ilm-i ‘âlî) şeklindedir. (Sarıoğlu, 2003:29-32)

Fârâbî’ye ait iki tasnif bulunmaktadır; Fârâbî, birinde, 1.Nazarî ilimler: a.Ta’lîmî (riyaziyât), b.Tabiî (fizik, kimya, astronomi vb.), c.İlâhiyât (metafizik), 2.Amelî ve felsefî ilimler: a. Ahlâk, b. Siyaset, şeklinde bir tasnif ortaya koyar; diğerinde ise eğitimde takip edilmesi gereken, soyut ilimlerden somut ilimlere doğru giden sıralamayı göz önünde bulundurarak ilimleri, 1.Dil, 2.Mantık, 3.Talîmî, 4.İlahiyât, 5.Medenî ilimler, şeklinde tasnif eder. (Fârâbî, 1990:48)

el-Kudsî’nin tasnifi ise şöyledir: I.Felsefî ilimler: A.Teorik ilimler (el-hikmetu’nnazariyye): 1.A’lâ, 2.Ednâ, 3.Evsat (geometri, astronomi, matematik, mûsikî). B.Uygulamalı felsefe (el-hikmetu’l-ameliyye): 1.Ahlâk, 2. Siyaset. II.Felsefî olmayan ilimler: (mantık, edebiyat) (Çelebi, 1971: c.1, 679) İbn Haldun ise ilimleri, 1. Aklî ilimler (mantık, tabiî, ilahiyât, riyâziyat) 2. Naklî ilimler (tefsîr, hadis, kelâm vb.) diye iki kategoride ele almıştır.(Haldun, 1996: 505-506)

Müslüman düşünür ve bilginlerin hemen hepsinin, ilim tasnifleriyle ilgilendikleri ve kendilerince bir takım sınıflandırmalarda bulundukları görülür. Bütün tasniflere ayrıntılı değinecek değilim. Fakat Taşköprülüzade’nin ilimler tasnifi varlığın mertebeleri üzerinden yapılmış olması ve kapsamı bakımından ayrıca üzerinde durmak gerekir.

Taşköprülüzâde’nin Tasnifiyle İlimler

Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-Siyâde’nin yazarı Taşköprülüzâde ilimleri, konuları olan şeylerin varlık mertebelerindeki (ontolojik) düzeni esas alarak tasnif etmiştir. Bu tasnif, İslam düşünür ve bilginleri tarafından yapılan pek çok tasniflerin içinde en orijinal olanıdır. Yazar adı geçen eserinde, her şeyin bir varlığa sahip olduğunu ve bu varlıkların da dört halde bulunabileceğini ifâde eder:

A. Kitâbet : Harf, yazı ve hat gibi kitabî vücûda sahip olan varlıklar,(vücud fil’hat)

B. İbâre : Söz ve telaffuz gibi sesle ilgili vücûdu bulunan şeyler,(vücud fil’lisan)

C. Ezhân : Kavramlar gibi zihinde suretleri bulunan soyut vücûdlar,(vücud fil’ezhan)

D. A’yân : Dış dünyada somut vücûdları bulunan varlıklar (vücud fil’a’yan).

Taşköprülüzâde’ye göre, bütün bu varlık mertebeleri birbiriyle ilgili olup, her biri bir sonrakini göstermek için bir araçtır. Çünkü kitâbet (yazıyla tespit edilen şeyler), ibâre (lâfız, yani sözlü bir ifâde) ye delâlet eder; ibâre ise zihinde soyut varlıkları bulunan anlam ve kavramları gösterir. Bu zihnî varlıklar da a’yâna, yani dış dünyada somut varlığı bulunan şeylere delâlet ederler. Meselâ, yazıyla tespit edilen “sandalye” harfleri, ses ile ifâde edilen “sandalye”yi, o da “sandalye”nin zihindeki imgesini, o da fizikî âlemde, elle tutulan ve gözle görülen gerçek “sandalye”yi göstermektedir. Bu dört vücûd mertebesinden, asıl hakîkî varlık, aynî vücûda sahip olandır, yani sandalyenin kendisidir. Zihnî vücûdu olan imge, anlam ve kavramların vücutlarının hakîkî mi, yoksa mecâzî mi oldukları tartışmalıdır. Fakat kitâbî ve ibârî vücûdların mecâzî oldukları muhakkaktır. Bu ilk üç vücûd mertebesinde bulunan varlıkları konu edinen ilimlere âlî, yani âlet olan ilimler denir.

Taşköprülüzâde’nin tasnifi genel hatlarıyla şöyledir:

I. Kitâbî: Edevâtu’l-hat, kavâninu’l-kitâbet, tahsinînü’l-hat, tertîbu’l-hurûf, vb.

II. İbârî: Mehâricu’l-hurûf, lügat, vaz’, iştikâk, tasrîf, nahiv, me’ânî, aruz, vb.

III. Zihnî: Mantık, nazar, cedel, hilâf, âdâbu’d-ders.

IV. Aynî:

A.Hikmetu’n-nazariyye:

1.Ulumu’l-ilâhiyye,
2.İlmu’t-tabiî (tıb, baytara, maadin, kimyâ, sihir vb.),
3.Ulûmu’r,riyâziye (hendese, hey’et, vb.)

B.Hikmetu’lameliyye (ahlâk, siyâset vb.),

C.Ulûmu’ş-şer’iyye (usûlu’d-dîn, kırâ’at, hadîs, tefsîr).

Aynî vücûd mertebesinde bulunan varlıkları konu edinen ilimler, temelde üçe ayrılırlar. Kendileri bizzat amaç olmayıp da, başka ilimlerin elde edilmesi için birer araç olan ilimler, amelî; bizzat kendileri amaç olanlar ise nazarî ilimler diye adlandırılırlar.  Ayrıca bu amelî ve nazarî ilimlerden, vahiy kaynaklı olanlar el-İlmu’ş-Şer’î, akıl yoluyla elde edilen ve tecrübeye dayalı olanlar da el-İlmu’l-Hikmî adıyla anılırlar. Bunlar el-Usûlu’s-Seb’a (yedi temel bilimler) olup, bu temel bilim dallarından her birinin anabilim dalları (envâ’), anabilim dallarının da alt dalları (fürû’) vardır. (Taşköprülüzâde, 1975:c.1, 94)

İslam Düşüncesinde Başlangıçtan Taşköprîzâde’ye Kadar Kaleme Alınmış İlimler Tasnifi Eserleri

Cabir bin Hayyan (815) *Kitâbu’l-hudûd
Kindî (866) *Kitâbu Mâhiyeti’l-ilm ve aksâmuhu (ulaşmamış)
*Aksâmu’l-ilmi’l-insî (ulaşmamış)
*Kütübü Aristotalis ve mâ yuhtâcu  ileyhi fî tahsîli’l-felsefe
Sabit b. Kurre (901) *Kitâb fî Merâtibi’l-ulûm (ulaşmamış)
Ahmed b. Sehl Belhi (942) *Kitâb fî İnşâi ulûmi’l-felsefe (ulaşmamış)
                                                                    *Kitâbu Aksâmi’l-ulûm (ulaşmamış)
                                                                    *Kitâb fî Aksâmi’l-ulûmi’l-felsefe (ulaşmamış)
Fârâbî (950) *İhsâu’l-ulûm
Âmirî (992) *el-İlâm bi menâkıbi’l-İslam
İbn Nedim (995) *Fihrist
Havarizmî (997) *Mefatîhu’l-ulûm
İbn Ferigûn (10.yy) *Cevâmiu’l-ulûm
İhvân-ı Safâ (10.yy) *Resâil
Ebu Hayyan et-Tevhidî (1023) *Risâle fî’l-ulûm
İbni Sînâ (1037) *Aksâmu’l-ulûmi’l-aklîyye
İbn Hazm (1064) *Merâtibu’l-ulûm
Gazâlî (1111) *er-Risâletü’l-ledünniye
*İhyâu ulûmi’d-din
                                                            *Mustasfâ
Ebul Berekat Bağdadî (1166) *Kitâbu’l-Muteber
İbn Rüşd (1198) *Zaruri fî usûli’l-fıkh / Muhtasaru’l-Mustasfâ
Fahreddin Râzî (1210) *Câmiu’l-ulûm (Farsça)
                                                                *Hadâiku’l-envâr ve hakâiku’l-esrâr (Farsça)
Beyzavî (1286) *Risâle fî Mevzûâti’l-ulûm ve tarifuha
Kutbuddin ŞiRâzî (1311) *Dürretü’t-tâc (Farsça)
Sadru’ş-şeria (1346) *Tâdîlu’l-ulûm
İbnü’l Ekfânî (1348) *İrşâdü’l-kâsıd ilâ esne’l-mekâsıd
Davud-ı Kayserî (1350) *İthâfu’s-Süleymanî fî ahdi’l-Orhani
Şemseddin Amülî (1352) *Nefâisu’l-fünuûn fî arâisi’l-uyûn (Farsça)
Taftazanî (1390) *Mecmûatü’l-ulûm
İbn Haldun (1406) *Mukaddime’de bir bab
Seyyid Şerif Cürcânî (1413) *Kitâbu’t-Tarifat
Kalkeşandî (1418) *Subhu’l-a’şâ fi sınâati’l-inşâ’nın bir babı
Bedri Dilşad Şirvanî (1427) *Muradname (Kabusname tercümesi)
Mercümek Ahmed (1431) *Terceme-i Kabusname 
Şeyhoğlu Sadreddin (1402)  *Kenzü’l-küberâ 
Molla Fenarî (1431)  *Manzûmetü’l-ulûm 
Muhammed Şah Fenarî (1453)  *Şerhu Manzûmeti’l-ulûm 
                                                                    *Unmûzecü’l-ulûm 
Abdurrahman el Bistamî (1454)  *Fevâihu’l-miskiyye fi fevâtihi’l-Mekkiyye 
Ali Kuşçu (1474)  *Risâle fî Mevzûâti’l-ulûm 
Molla Lütfî (1495)  *Es’ile fî mevzûâti’l-ulûm 
*Hâşiye alâ Risâleti Mevzûâti’l-ulûm (Metalibu’l-ilahiyye) 
*Risaleti’l-Ma’mûle fî beyâni mevzûâti’l- ulûm 
*Saâdetü’l-fâhire fi’s-siyâdeti’l-âhire 
*Sebü’ş-şidâd 
Devvanî (1502)  *Unmûzecu’l-ulûm 
Suyutî (1505)  *en-Nukâye 
                                                                      *İtmâmu’d-dirâye fî kurrâi’n-nukaye 
Muhyiddin Muhammed (1533)  *Risale fî Mevzûâti’l-ulûm 
İbn Tulun es-Salihî (1546)  *Lü’lüi’l-manzum alâ mâ iştağaltu minel ulûm 
Taşköprîzâde (1561)  *Miftâhu’s-saâde ve misbâhu’s-siyâde 

Klasikten Moderne İlimler Tasnifi

Bu bölümde tekrar hem bazı tasniflerden bahsedeceğim hem de modern tasnif çalışmalarına değineceğim. İlimler tasnifi konuşmak için Öncelikle ilmin ne olduğunu ve ilimler tasnifinin neden yapıldığı sorularının cevaplandırılması icap ediyor. İlim tasnifinin mahiyetini anlayabilmek için de öncelikle ilmin ne olduğunu irdelememiz gerekiyor.

İlim meselesi bütün düşünce geleneklerinde ele alınmıştır ama örneğin Eski Yunan’ın ilimler tasnifi ne kadar canlıydı, bilemiyoruz. Bu bağlamda Voltaire diyor ki, tarihin belgelerle bilindiği dönem Müslümanlarla ilgilidir. Yani İslam’dan önceki toplumların hayatlarını irdeleyebileceğimiz belge/ler yoktur. İşte bu sebeple batılılar kendi tarihlerini yeniden yazdılar. Dünya tarihi açısından baktığımızda; hayatla irtibatlı şekilde ilk kez ilimler tasnifi İslam’da yapılmış. Müslümanların kendi yaşadıkları hayatı İslam ve cahiliye diye iki döneme ayırmalarının tayin edici ilkesi de ilimdir. İlim, peygamberimiz vasıtasıyla Allahtan gelen bir şeydir. İlimin ne olduğunu öğrenmek isteyenler peygambere bakmalıdır. İlim, peygamberimizin hayatında taayyün ediyor sonra hem sözün hem gözün konusu haline geliyor. Dolayısıyla ilim insanlar tarafından hem yaşanıyor hem de sözlü şekilde naklediliyor. Peki, ilim tam olarak nedir?

Klasik düşüncemizde birçok ilim tanımı mevcut olmakla birlikte Ebu Hanife’nin ilim tanımı üzerinde durabiliriz. Ona göre ilim, nefsin lehinde ve aleyhinde olanı bilmesidir. Bu tanım, bireyi esas alarak ortaya koyulmuş ama biz yine bireyi ihmal etmeden kolektif boyutu da esas alarak söz konusu tanımı yeniden formüle etmemiz gerekiyor. Eğer biz nefsi biz olarak düşünürsek, o zaman Ebu Hanife’nin tanımını şu şekilde güncelleştirebiliriz: Ümmetin lehinde ve aleyhinde olanı bilmesine ilim denilir. Ebu Hanife’nin tanımının kolektif boyut da dikkate alınarak yeniden formüle edilmesi meselesi doğrudan sosyal ontolojik mahiyet arz etmektedir.

Bireyin veya ümmetin lehinde ve aleyhinde olanı peygamber açıkladığı için, peygambere ittiba etmemek hataya, epistemik dille söylemiş olursak doxa’ya yol açıyor.

Diğer bir ilim tanımı Şafii’ye aittir. Ona göre ilim, üzerinde ittifak ve ihtilaf edilen şeye ilim denilir. Onun da ilim tanımının konusu Kur’an ve Sünnet’le ilgilidir. Zira ilim tanımının esas kavramlarından olan ittifak ve ihtilaf mefhumları ayet ve hadislerle ilgilidir. İlmin, ameli olan, akideyle ilgili olan ve düşünmeyle ilgili olan kısımları olduğu için ilim tasnifi yapmak kaçınılmazdır. Zira ilimler tasnifi, ilmin işbu mertebelere göre düzenler ve ilimlerin kendi arasında vahdet kazanmasına yol açar. İlimler tasnifi denilen hadise, akademik bir çaba olmadığını da unutmamalıyız. Çünkü ilimler tasnifinin Müslümanların varoluşlarında bir şeye/lere denk gelmesi gerekiyor. Örneğin herhangi bir klasik sanatımız, onu yapan/icra eden sanatçının varoluşunun devamı niteliğindeydi. İlimler gibi bu sanatların da popülerleşmesi önemsiz değil ama hem sanatlarımızın hem de ilimlerimizin hayatla bütünleşmesi gerekir.

İlimler tasnifinin neden yapıldığına dair Fritz Machlup’ın Knowledge isimli eser kaleme almıştır. Ona göre altı açıdan: felsefi, ansiklopedi, kütüphanecilik, biblografi, akademik disiplin ve farklı kaygılarla ilim tasnifi yapılıyor.

    1. Felsefi açıdan: Evren hakkında konuşulduğu için ilimler tasnifi yapılıyor.
    2. Akademik disiplin açısından: Üniversitelerde ana bilim dallarının belirlenmesi için ilimler tasnifi yapılıyor.
    3. Ansiklopedi açısından: Yararlanılırlık ilkesi temel alındığı için ilimler tasnifi yapılıyor.
    4. Kütüphanecilik açısından: İlgi duyulan alanların öne çıkarılması ve tekrara düşülmemesi için ilimler tasnifi yapılıyor.
    5. Biblografi açısından: Faydalı yayınlara ulaşabilmek için ilimler tasnifi yapılıyor.
    6. Farklı kaygılar açısından: Bazı toplumsal meselelere felsefi bakış açısından yaklaşıldığı için ilimler tasnifi yapılıyor.

19. yüzyılda yazılmış Keşşafi Keşfuzzun isimli bir felsefi ansiklopedi var. Bu kitap, Osmanlılarda okutulan kitaplara dayanılarak Hindistan’da hazırlanmış. Klasik ilimler tasnifiyle ilgili bilgi edinmek için müracaat etmemiz gereken başlıca eserlerden biridir. Yukarıda yazdığımız gibi klasik düşünce geleneğimizin ilk ilim tasniflerinden biri Farabi tarafından yapılmıştır. Ona göre beş ayrı mertebe mevcut olduğuna göre söz konusu mertebelere uygun olarak ilimleri beşe ayırmamız mümkündür.

    1. Dil ilmi.
    2. Mantık ilmi.
    3. Talimi ilimler.
    4. Tabiat ve ilahiyat yani fizik ve metafizik ilimler.
      Bu kategorinin Aristoteles’le ilişkisi var. Fakat Aristoteles’te tabiat ve ilahiyat diye ayrım yapılmaz. Hem tabiatta hem ilahiyatta geçerli olan kategoriler aynıdır. Örneğin 4 illet iki alanın da özünü oluşturuyor. Başka bir ifadeyle Aristoteles’te ilahiyat tabiatın mütemmim cüzidir.
    5. Medeni ilimler. Fıkıh ve kelam ilimleri. Bu ilimler insanların birlikte yaşama düzeniyle ilgilidir.

Bir diğer ilim tasnifi İmam Gazali tarafından yapılmıştır. İmam Gazali, akli ve nakli ilimler, dini ve dünyevi ilimler diye ayrım yaparak ilk kez dünyevi ilimler arasına fıkhı yerleştirmiştir. Dolayısıyla İmam Gazali dünyeviyi bizim günümüzde kabul ettiğimiz anlamıyla düşünmüyor. Ona göre dünyevi ilim dediğimiz şey, hayatımızla ilgili olandır. İmam Gazali’nin yaptığı ayrımda “farz-ı ayn ve farz-ı kifaye” diye iki kavram öne çıkmaktadır. Bu kavramlar akideyle, ibadetle ve sıhhatin muhafazasıyla ilgili ayrımlarda tayin edici konumdadır. Farz-ı ayn bireyin muhafazası, farz-ı kifayeyse ümmetin varlığı için zorunlu ama birey için zorunlu olmayan şeylerdir. İmam Gazali’nin de ilimler tasnifi bireyi esas almaktadır.

Hem Farabi’nin hem de İmam Gazali’nin ilimler tasnifinin ontolojik arka planını ele alırken her ikisinde de bireyi Müslüman kılan şeyle alakalı olmak merkezidir. Bu bağlamda Habib Türker’in “Yeni Metafizik” konulu bildirinse dile getirdiği tezler önemlidir. Türker’e göre da sein yerine, halife kavramını dikkate almalıyız ve bunu ubudiyetle birlikte düşünmeliyiz. Hilafet ve ubudiyet kavramları ilimler tasnifinin ontolojik arka planında yer alan iki önemli mefhumdur. İnsanın özünün bağımlılık olduğunu Kur’an bize bildirmektedir. İlk inen ayetlerde yer alan alak tabiri tutunmakla yani bağımlılıkla ilgilidir. İnsanın bağımlılığıysa ubudiyetle ilgilidir. İşte tam da burada kavm kavramı önem arz etmektedir. Kavmiyetçilik kendi grubunu yeterli kabul eder ve modernite kavm mefhumunda içkindir. Kavm bi nefisihi sadece Allah olmasına karşılık modernite insanın kavm bi nefisihi olduğunu savunuyor. Ümmeti dile getirmek için biz tabirini kullanıyoruz ve bu biz bir varlığı işaret ediyor; biz kendisini başkalarından ayırır. Bağımlılık, insani varoluşun tahkimi anlamına geliyor. Müslüman ubudiyete bağımlılığı düzenler ve bunu adalet içerisinde gerçekleştirir.

İmam Gazali’yle birlikte yapılan ayrım önemlidir. Farz-ı kifayenin ümmetin devamı için zorunlu olduğunu söyledik. Bunu dikkate aldığımız zaman, ilimler tasnifinin varlıkla irtibatı hep toplumla ilişkisi üzerinden gittiğini görüyoruz. Dolayısıyla varlık nedir, adem nedir, vücut nedir gibi soruları cevaplamadan ilimler tasnifi yapamayız.

İlimler tasnifinin ontolojik arka planını daha net olarak görebilmemiz için Cahız’in ilimler tasnifine bakmamız gerekiyor. Cahız, ayni varlık, zihinde varlık, dilde varlık ve yazıda varlık diye varlığı dört katmana ayırıyor. Daha sonra var olanları cisimler, bitkiler, hayvanlar ve insan diye sınıflandırıyor. Kitabul Hayavan isimli eserinde Cahız, dili teorik olmamakla birlikte felsefi antropoloji yapıyor. Temsili dil kullanan Cahız’ın bu eserini yeniden güncelleyebiliriz.

İlimler tasnifinde zirveyi Taşköprülüzade temsil ediyor. Onu medeniyetimizin 16. Yüzyıldaki imamesi diye adlandırabiliriz. Onun tasnifinde dört varlık mertebesi mevcuttur. Ayni varlık, zihinde varlık, dilde varlık ve yazıda varlık. Taşköprülüzade’ye göre fizikle fıkıh aynı varlık mertebesindedir. Zira hem fizikte hem de fıkıhta eylemleri usule bağlı olarak sınıflandırıyorsun Taşköprülüzade’de toplumun bizzat kendisi varlık olarak ele alınıyor.

Hammer’e göre Osmanlıda 15. Yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar divana sahip olan 2200 civarında şair var. Zira klasik düşünce geleneğimizde şiir üst bir ifade formudur. Dolayısıyla geleneğimizin düşünce serüvenini takip etmek istiyorsak şiir’e bakmamız gerekiyor. Okullarımızda düşünce tarihimiz bir anlamda edebiyat tarihi şeklinde öğretilebilir. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi bu işin nasıl yapılacağına dair naif bir örnek olabilir.

Bilgilerin zemini insan ve toplum olduğu için varlık ve varoluş noktası toplum ve birey olmalıdır. Böyle bir bakış açısıyla hareket edecek olursak, tabiatı sadece tabiat için araştıramayız. Klasik ontoloji, bireyi muhafaza eden ama bunu toplumun ferdi olarak muhafaza etmenin ilkelerini veriyor. Formel yapıları ihmal etmeden, bireyin aleyhine bir durum oluşturmadan ve insanlığı dikkate alarak nasıl bir varlık anlayışı geliştireceğiz ve bu varlık anlayışından beslenen nasıl bir eğitim düzenlemesi yapacağız, sorusu önemlidir.

İslam’ın varlık anlayışında tek amaç Müslümanı korumak değil. Örneğin Serahsi diyor ki, darul İslam, Müslüman’ın emanıyla zımmının yaşadığı yerdir. Bu sebeple medeniyet, farklı mesleklere ve farklı dillere ve dinlere mensup olan grupları bir arada belli bir düzen içerisinde yaşatmaya denir. Belirttiğimiz üzere klasik düşüncemizde formel anlamda toplum kavramı yoktur. Formel anlamda toplum kavramı bir cihetiyle vakıf kavramı üzerinden takip edilebiliyor ama vakıf özel bir kurum olduğu için toplumsal varoluş kategorisi değil. Hayır kurumu olan vakıf formel mahiyet arz etmiyor. Bu bağlamda Osmanlı devleti yapılması gerekenler işleri impersonel şahıslara değil insana havale ediyor. Örneğin toplumsal hayatla ilgili sorunların çözümü için kadıya başvurulur. Kadı eğer işinin ehliyse toplumsal hayat sıkıntısız şekilde yürür. Kadıyı bağlayan üst bir kurallar düzeni olmamakla birlikte nasıl davranacağıyla ilgili örf mevcuttur. Bütün bir hayat, üzerinde ittifak edilmiş içtihatlara bağlı olarak yürüyor. İngiltere’de bunu görüyoruz, aristokraside kurallar yoktur ama örf var.

Büyük Britanya örfe dayanılarak yönetiliyor. Formel yapıları ihmal etmeden, bireyin aleyhine bir durum oluşturmadan insanlığı dikkate alarak nasıl bir düzenleme yapacağız? Osmanlı toplumunda formel işleyişin olmaması bir anlamda farklı imkanları da kendi içerisinde taşımakla birlikte mekanik güce yol açmıyor. Zira mekanik gücü oluşturan formel yapılardır. Mekanik gücün tezahürünü sadece orduda görebiliyoruz. Fakat toplumsal hayatta formel yapılar mevcut değil. Anglo-sakson dünyanın aksine Frankofon eğitimde bireysel yoruma yer yoktur. Fransa’da 19. Yüzyıla gelindiğinde korporatif yapılar gelişir. Bu gelişmeyi temsil eden ilimler tasnifinin yapılması geçikmiyor. Dalamber tarafından modern gelişmeleri dikkate alan yeni bir ilimler tasnifi yapılıyor. Onun bu ilimler tasnifi batıdaki üniversitelerin çıkışına sebebiyet veriyor. Örneğin, Dalamber’in tasnifini dikkate alarak Berlin Üniversitesi kuruluyor. Dönemin bütün Alman filozoflarının katıldığı “Alman Üniversitesi Nedir”[1] diye bir tartışma var.

Dalamber ilimleri temelde üç alana ayırarak ele alıyor.

1.Tarih
Ona göre insanın hafızası olduğu için tarih var. Binaenaleyh hem insanın hem tabiatın tarihini olduğunu ifade ediyor.

2. Akıl
Akıl mevcut olduğu için ondan kaynaklanan felsefe var. Bilimleriyse; teoloji, insan bilimleri ve doğa bilimleri diye üçe ayırıyor. Akıl mertebesi doğrultusunda teolojiyi, insanı ve tabiatı birbirinden ayırmalıyız.

a. İnsan bilimleri: Mantık, filolojiye, ahlak, hukuk, siyaset vs.

b. Doğa bilimleri: Fizik, matematik, astronomi, aritmetik vs.


3. Şiir
Tahayyül yetimiz olduğu için şiir var.

Fikir vermesi açısından, Kâtip Çelebi’nin Keşfüz Zünün isimli eseri Fransızcaya tercüme edildiğini belirtmemiz gerekiyor. Dalamber’in ilimler tasnifinin arkasında Kâtip Çelebi’nin olduğu kuvvetle muhtemeldir. Kâtip Çelebi varlığı iki kısma ayırıyor. Allahın yarattığı “tabiat” ve insanın yarattığı “kültür”. Batılıların tabiat ilimleri ve kültür ilimleri diye ikili tasnifleri buradan ortaya çıkıyor. Bu ayrım Müslüman âlimlerin yaptıkları ayrıma dayanıyor. Batı fikriyatında Kant’la birlikte tabiat ve kültür ayrımı ortaya çıkıyor. Kant, “insan yapmadığını bilemez” fikrini savunur. Kant’la birlikte varlığın merkezine insan geçiyor ve insanın bağımlılığı fikri tamamen anlamsızlaşıyor. Onunla birlikte âlemin nasıl olacağına da karar veren mercii insan oluyor. Kant bilmeye odaklandığı için akli bir görüyü veya ilhamı bilgi kaynağı olarak kabul etmiyor. Kant’a göre bizler Tanrı gibi olduğumuz için kurduğumuz şeyleri biliyoruz. Ampirik bilgi geçerli olduğu için kendinde bir sınıflandırmadan bahsedebiliyoruz. Bu sebeple bir düzen varmış gibi hareket ederiz. Bu anlamda ister bilimleri isterse nesneleri sınıflandırmamız nihai değildir, daha iyileri de yapılabilir.

Kâtip Çelebi’nin ilimler tasnifini Kant daraltıyor. Bu bağlamda Kant’ın tavrına yabancı değiliz ama daralmış bir ilimler tasnifiyle karşı karşıyayız. Kant’la birlikte başlayan formelleşme bireyle ilgili kısımları görünmez hale sokuyor. Formelleştirmenin oluşturduğu mekanik gücün önünde birey ve bireysellik duramıyor ve imha oluyor. Kant sonrası ilimler tasnifinin kapsamının daraltılması sınırlı bir bakış açısına sahip olmamıza yol açmıştır. Hayr ve şerr ilim dairesinde dikkate alınmadığı için bilimle bilim olmayanı da ayırt etmekte güçlük çekiyor ve beşerî varlığımızı olgunlaştıramıyoruz. Kant sonrasında öne çıkan gerek pragmatist gerek pozitivist bakış açıları Kâtip Çelebi’nin ilimler tasnifini daraltmış; pozitivist bakış açısı merkeze doğa bilimlerini, pragmatist anlayışlarsa faydayı yerleştirerek tasniflerini de buna göre yapmışlardır. İlimler tasnifinin teknik bir mesele değil, varoluşsal bir mesele olduğunu idrak etmemiz gerekiyor. Kant sonrasında gelişen pozitivist ve pragmatist ilimler tasnifi Müslümanca nitelik taşımadığı için akademiye de sığamıyoruz. Sonuç olarak anlamadan çok açıklamaya dayanan eğitim sistemimiz, sığ ve istiğna sahibi insanlar yetiştiriyor.

Geçtiğimiz yüzyılda iki önemli ideoloji olan davranışçılık ve yapısalcılık formelliğe dayanmaktaydı. Modern dünyada formel yapıların etkin olduğu yerde bireylerin önemi yoktur. Formelliği esas alan toplumlarda fonksiyonlar var ve bütün işler söz konusu fonksiyonlar üzerinden yürütülür. Modernitenin toplum alanında yol açtığı gelişmeleri dikkate alarak fakat bireyi de ihmal etmeden yeni bir düzen kurmamız icap ediyor. Yani Türkiye’deki kurumsal yapı, kanunlar ve kurallar ona uyanları muktedir kılmalıdır ve düzeni bu şekilde sağlamalıdır. Bu doğrultuda formel yapıların ontolojik ve ahlaki statülerini çözmemiz gerekiyor. Günümüz Türkiye’sinde kurallar ve kanunlar insanları iş yapamaz hale getiriyor. O zaman kurallara uymama üzerinden iş yapılmaya başlanılıyor. Kurallar çiğnenerek iş yapılıyor. Formel yapılar insanımızı etkisiz hale getiriyor ve bağlıyor. Türkiye’de istisnaları engellemek için kural koyuluyor ki sömürge yapısı tam da böyle bir şeydir.  Zira entegre olduğunuz sistem size bir konum öngörüyor.

Klasik metinlerimizin yeniden nasıl yorumlanacağı üzerinde durmamız gerekiyor. Farabi’nin el Medinetü’l Fadıla isimli eseri üzerinden bunu uygulamalı olarak gösterebiliriz.

Farabi’den kesit:

Farabi’nin ilk reis öldükten sonra ne yapılmalıdır, sorusuna verdiği cevapları günümüzü dikkate alarak yorumlamaya çalışalım. Farabi’nin reis seçilecek şahıs için aradığı kriterlere bakalım.

Ona göre seçilecek şahıs:

  1. Hakim olmalıdır. Günümüze uyarlarsak, kurumun (cumhurbaşkanlığı veya başbakanlık) hikmet-i hükümeti olmalıdır.
  2. Tarih bilmelidir.  Günümüze uyarlarsak seçilecek hükümetin tarihi bilgiye sahip ekibi olmalıdır.

Farabi’nin şahıs için söylediklerini formel yapılara aktarmalıyız.

Klasik ilim anlayışında diğer bir ilim tanımı şudur. İlim, maluma tabidir. Malumsa madum ve mevcut olanla ilgilidir. Dolayısıyla ilim, olan ve olmayanla ilişkilidir. Olmayan şey de olana itibarla bilindiği için mutlak ademden bahsedemiyoruz. Bu çerçevede malum dediğimiz şey taayyün edendir. Taayyün eden şey kadame kadame hayatta ortaya çıkar. Taayyün eden sorunların çözümü ilimlerimizin konusudur. Örneğin mantık, nahiyin yetmedi formel şeylere gereksinim hissedildiği zaman ortaya çıktı. Taayyün edenin kaydedilmesi de ilmin konusudur.

Alim ve muteallim ilişkisi taayyün ettiği zaman eğitim üzerine düşünülmeye başlanılır. Bunlar keyfi şeyler değil, Müslümanların varoluşuyla ilgili esaslı şeylerdir. İlimler tasnifiyle birlikte taayyün eden şeylere ilim deniliyor. Yani tasniften sonra ilim ortaya çıkar.

19. yüzyıl Osmanlı düşüncesi çok teferruatlıdır. Yazılan eserler ve şerhlerinde teferruat o kadar çoktur ki belli bir noktada bu teferrüatlar hem alimi hem müteallimi hayattan kopartıyor. Dolayısıyla 19. Yüzyıl düşüncemizdeki sorunumuz aşırı felsefileşme ve aşırı soyutlaşmayla ilgilidir. Söz konusu aşırı felsefileşme ve aşırı soyutlaşma hayatla ilmin irtibatının kopmasına yol açmıştı. Yapmamız gereken şey, ilimlerin hayatımızla yeniden irtibatını kurmaktan ibarettir.

Modern Okul Olarak Üniversitelerde İlimler Tasnifi

Üniversiteler ilimler tasnifi esas alınarak kurulur. İstanbul Üniversitesinin hangi ilimler tasnifini esas alarak kurulduğunu tespit etmemiz için enstitülerine bakmamız gerekiyor. Bu enstitüler açılırken herhangi bir ilkenin baz alındığını söyleyemeyiz. İstanbul Üniversitesi’ni model alarak kurulan diğer üniversitelerde esasında üç enstitü açılmıştır. Bunlar fen, sağlık ve sosyal bilimler enstitüleridir. Dolayısıyla İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere ülkemizdeki üniversitelerin dayandıkları ilimler tasnifinde sadece üç varlık mertebesi mevcuttur. İstanbul Üniversitesi, kültürümüzle irtibatsızlığı dikkate alan bir üniversitedir. Binaenaleyh, Türkiye’deki üniversiteler kendi toplumunu tanımıyor. Toplumu ciddiye almak her şeyini kabul etmek anlamına geliyor. Elbette mutlak anlamda elimizin tersiyle moderniteyi itemeyiz. Tam olarak neyle karşı karşıya olduğumuzu vuzuha kavuşturursak farklı ilimler tasnifleri karşısındaki tavırlarımız da netlik kazanmış olur.

Bugün için Türkiye’de ilimler tasnifi yoktur. Artık her üniversite, enstitülerini kendi ihtiyaç ve taleplerine göre kuruyor. Enstitülerin açılmasıyla ilgili YÖK’ün ön gördüğü kanunlar tahdidi değil tadadidir. Bütün üniversitelerimizde pozitivist çerçeve muhafaza edilmekle birlikte her yeni gelen hükümet yeni ad hoclar yapmakla meşguldür. Günümüzde ilimler tasnifi yapıldığı zaman, pozitivist bakış açısı dikkate alınıyor. Tabiat ve toplum esas alınarak bilimler fen ve sosyal diye ikiye ayrılıyor.  Bunların arasında bir yere de sağlık bilimleri yerleştiriliyor.

Ankara Üniversitesi’nde kurulan fakültelerden ilki Dil-Tarih-Coğrafya’dır. Tamamen ideolojik girişimle kurulan söz konusu fakültede güneş-dil teorisi gibi ideolojik tezlerin oluşturulduğu, tarihimizin sahte bir şekilde yeniden kurgulanmasının yapıldığı bir gerçektir. Ankara Üniversitesi’nde 1949 senesinde İlahiyat Fakültesi kurulduğu zaman yapılan açıklamalar ilginçtir. Bilimsel yöntemlerle dini araştırmak maksadıyla İlahiyat Fakültesini kurduk açıklamasında bulunuyorlar. Bu açıklamanın mahiyet itibariyle oryantalist söylem olduğu ortadadır. Hatta ilk seneler söz konusu fakültede Arapça ve Kur’an-i Kerim dersleri verilmiyor. İlahiyat fakülteleri ilk anda dini ilimlerle iştigal eden ilimler gibi gözüküyor ama zamanla öyle bir yapı kazanıyorlar ki kendi başlarına üniversiteye dönüşüyorlar. Türkiye’nin kendi geçmişi söz konusu olduğu zaman, geçmişini ciddi anlamda araştıranlar ilahiyat fakülteleri oldu. Ancak bu kez de Kur’an ve Sünnet tartışmaları bu araştırmalara gölge bırakmaya başladı. İlahiyatçılar geçmişimizi araştırırken hataları kendimizde aramaya başlayarak sahih din için selefi söylemi tercih etmeye başladılar.

Pozitivist bakış açısıyla klasik düşünce geleneğimize yaklaşıldığı için matematik formda bilim bulanamıyor ve hatalı bir şekilde İslam düşünce geleneğinde bilim yoktur sonucuna ulaşıyorlar. Bilimin özel bir forma indirgenemeyeceği kanaatiyse yeni ortaya çıkmış söylemdir. Bilim sadece batıda vardı söylemi artık terkedilmiş olmakla birlikte ülkemizin akademisi büyük oranda hala bu durumu atlatamamış gözüküyor. İşte bu sebeple siyaset bilimcilerimiz de batı düzeninin tarihini araştırıyorlar. Binaenaleyh, üniversitelerimiz kendi geçmişimizi tanıma gereğini anlamsızlaştırıyor. Tarih bölümlerinde Müslümanların tarihi İslam’dan uzaklaşma tarihi olarak okutuluyor. Örneğin İlahiyat Fakültelerinde İslam tarihi dersleri Abbasi Devleti’yle birlikte biter. İlahiyat fakültelerinin kuruluş aşamalarında esas alanın ilimler tasnifi de paradoksal mahiyet arz eder. Genellikle İlahiyat Fakültelerimizin esas aldığı ilimler tasnifinin arkasında Germenik ilimler tasnifi yer almaktadır. Hıristiyanlığı meşrulaştırmak için ortaya koyulan ilimler tasnifini esas alarak Türkiye’de İlahiyat fakülteleri açmak bir hayli garip hadisedir. İlahiyat fakültelerindeki dinle ilgili meselenin ontolojik statüsü belirsizdir. Akıl dışına itilerek tecrübe alanına dahil edilen din, epistemolojik statüden yoksundur. Müslümanların hayat düzenlerinin adı ilimdir. Moderniteyle birlikte batılılar ve batılı zihniyette olanlar bizim ilim dediğimiz şeyin geçersiz olduğunu iddia ediyorlar bu iddia aslında mevcut varlık ve bilgi anlayışının dayandığı arka plandır. Pozitivist varlık anlayışının ortaya koyduğu bilimsel yöntemler dışında elde edilen, üretilen ya da edinilen bilginin bilimsel kabul edilmeyişi aslında bugün akademinin, batının yaşadığı en derin krizdir. Bu bilimsel hapis hali yani bir varlık düşüncesi bu düşünce bağlamında bir ilimler tasnifi ve yöntem ortaya koymakla aşılacak bir durumdur. Bütün bu bahsettiklerim bağlamında şunu ifade etmeliyim ki bugün eğitime dair yaşadığımız tüm sorunlar biçimsel ya da sistematik değil, varlık, bilgi, yöntemle ilgilidir. Diğer bir yönüyle sahih varlık anlayışı ile ortaya konulmuş bir müfredatla ilgilidir.

Zihinlerimizi sistemli hale getirmek için İslam düşüncesi hakkındaki bilgileri sistemleştirmemiz, belli başlı temel kavramları çıkarmamız ve herkes için ulaşılabilir hale getirmemiz gerekiyor. Bütün bunları modern bilgiler için de yapmalıyız. Klasik mevcutlar tasniflerini ve bunlara tekabül eden teorileri de biliyoruz. Hangi varlık alanlar öngörüldü ve onlara uygun hangi bilimler vazedildiyi de biliyoruz. Ama modern dönemde bunlara neler eklendi bilmiyoruz. Metafizik alanlardaki bilgiler karmaşık olmadığı için takip edilebilir mahiyettedir. Modern bilgi de böyle ulaşabilir olmalıdır. Başka bir ifadeyle ister klasik isterse de modern bilgi olsun, her ikisinin de basitliğine ulaşmalıyız. Mevcut tasniflerdeki değişiklikleri bulmamız gerekiyor. Varlık alanlarına yenileri eklendi mi, eklendiyse bu eklenmeler nelerdir? Bu doğrultuda yol haritasını belirlememiz icap ediyor Bütün bu teşebbüslerimizden, çabalarımızdan sonra üç şeye ulaşabiliriz.

  1. Varlıkta bütünlük fikrine,
  • (Yeni) Mevcutlar tasnifine.

2. Bilgide bütünlük fikrine,

  • (Yeni) İlimler tasnifine.

3. Eğitimde bütünlük fikrine,

  • Eğitimde bunların yeri tasnifine.

Ümmetin, toplumun, ülkemizin hiss-i müşterek sorunu bu şekilde halledilebilir ve eğitim reformu bu sorunun ilk çözüm momentidir.

İlimler Tasnifinin Eğitime Güncel Etkisi Üzerine

İlimler tasnifi eğitimin en pratik yönlerine doğrudan dokunan bir meseledir. Bugün bir öğrenci ilahiyat fakültesine gitmek ve sonrasında fıkıh alanında çalışmak istiyorsa lise yıllarından itibaren matematik, fizik, kimya gibi dersleri terk ediyor ve yaklaşık on yıllık bir uzaklaşma sonrası fıkıh alanında yüksek bir eğitim alıp bir takım, sorularla karşılaşıyor. Yapay zekâ, sanallık, tıp, sanal para, vs. dolayısıyla madde ve maddenin imkanları, sanallığın varlık ilişkisi en temel konuları ıskalayarak fıkıh çalışması tıkayıcı bir eğitim sürecine dönüşüyor. Tabi ki bunun aksi de böyle bir tabip de fıkıhtan, bir fizikçi metafizikten bağımsız bilgi üretmesi mümkün olmuyor. Zira bir ontolojiye dayanmayan bilgi ve yöntemin var olduğundan bahsedemeyiz.

İslam Düşünce geleneğindeki tasniflere baktığımızda hemen her tasnifte Matematik ve Fıkıh birbirinin iz düşümü, fizik ve metafizik ise hemen her tasnifte aynı kategoride yer alıyor. Bu tespiti yapmamızın sebebi bugün tabi olunan tasnif bu ortaklıkların, benzerlik ve irtibatların hiçbirini taşımıyor oluşudur. Bu bağlamda bugün pozitivist ontolojinin ortaya koyduğu ilimler tasnifi nedir? Nasıl kavramak gerekir? Bugün ilimler tasnifinin en somut kurumsal biçimi üniversitedir. Üniversitelerde yer alan enstitüler aslında tasnifin şeklini ortaya koymaktadır. Bu durum eğitimin tüm kademelerine doğrudan yansımakta ve bilgide bütünlüğü imkânsız kılmaktadır. Bu da zihinsel faaliyetleri, bilgi üretim süreçlerini etkilemektedir. İhtisaslaşma ya da uzmanlaşma gibi görünen/gösterilen sayısal, sözel, fen bilimleri, sosyal bilimler gibi ayrımlar aslında suni ve bilgide bütünlüğü engelleyen bir ayrım biçimidir. İlimler tasnifinin ontolojik tarafı olduğu gibi ideolojik tarafı da oluşmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurucu düşünce üç temel sebepten dolayı eğitimde reform çalışmaları başlatmıştır.

    1. Yeni eğitim sistemi, ulus millet inşası için gerekli görülmüş ve üç ilke ileri sürülmüştür. 1. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, 2. Ne mutlu Türküm diyene ve 3. Yurtta sulh, cihanda sulh. Bu üç ilkenin üçü de zamanla millet hafızasına dar gelmiş ve başarısızlığa uğramıştır. Hayatta en hakiki mürşidin ilim olmasına rağmen ilmin kapsamını unutarak, ilim tanımı mevcut ilimler düzeninde daraltılmış ve anlamsızlaşmıştır. Ne mutlu Türküm diyene ilkesi de Kürtlerle, Araplarla, Ermenilerle vs toplumlarla beraber yaşadığımız bu coğrafyada toplum hafızasına dar gelmiş ve Türk’ün tanımını veremediğimiz için işlemez hale gelmiştir. Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesiyse toplumumuzu pasif ve edilgen hale getirmiştir. Bu ilkeler ülkemizde ve özellikle de coğrafyamızdaki gelişmeleri taşıyamaz hale gelmiştir.
    2. Başlangıçta Eğitim reformu çalışmalarının yapılmasının diğer önemli bir sebebi ise ekonomik kalkınmadır. Eğitim reformunu ekonomik kalkınma için yapmamıza rağmen 1960’lardan sonraki eğitim sistemimiz tamamıyla ithaldi. Buna binaen ekonomide kalkınma da sağlanamamış. Ekonomide ihraca önem veren sisteme geçmiş olsak da orta gelir tuzağından kurtulamadık. Seneler önce konuşmamız gereken konuları şimdi konuşmamızın sebebiyse siyasi istikrarsızlık, ilmi birikimin terk edilmesi sonrası akademik birikimin yeterli olgunluğa henüz ulaşması ve toplumun taleplerinin yeni olgunlaşması gibi saiklerle açıklayabiliriz.
    3. Cumhuriyetin ilk yıllarında genel vizyonumuzu çağdaş uygarlık seviyesi olarak belirlememiz Eğitim reformu yapmaya zorlamıştır. Fakat çağdaş uygarlık düzeyine nasıl ulaşacağımız, modernleşmenin nasıl olacağı, kendimiz olarak nasıl gelişeceğimiz gibi en temel meseleleri belirginleştirmeden başladığımız eğitim reformu buhranlı, şizofrenik, kimlik ve benlik sorunlarıyla dolu bir toplum ortaya çıkarmıştır. Şekilsel olarak Son derecede modernleşmemize rağmen bir türlü özgün, üretken, güçlü ve inşa edici olamıyoruz. Bunun sebebiyse tek irade olamayışımız ve her yönüyle “biz”i oluşturamayışımızdır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında bu üç ana sebepten yapılan eğitim reformu, mevcut eğitim sistemimizi ortaya çıkarmıştır. Mevcut eğitim sistemimiz, insanı insan olarak dikkate alan, varlıkta ve bilgide bütünlüğü sağlayan bir eğitim sistemi değildir. Zira eşitlemeyi esas almakta ve mevcut profili bozmaktadır. Okula giden öğrenciler beklediklerini eğitim müesseselerinde bulamıyorlar. Önemli sebepleri eğitim sürecine iştirak etme ve katkıda bulunma gibi olanaklardan yoksunluklarıdır. Bütün ülkenin eğitimi birebir şekilde yapılamayacağı için özel öğrenciye ve genel öğrenciye yönelik eğitimi telif etmek gerekiyor. İnsanı ve insanın bağlı ve bağımlı olduğu mutlak varlığı hakikati ve fıtratı merkeze alan toplum, tarih, coğrafya, etnografya, zaman ve mekan meselelerini kapsayacak biçimde bağdaştırmalıyız. İnsanın, insan olarak muhafazası önemlidir. Makasıdu’l şeria insanın insan olarak muhafazasını en güzel şekilde ifade eden paradigmadır. Örneğin Makasıdu’l şeria’da, Müslüman’ın aklını demiyor, tür olarak insanın aklını muhafaza şarttır deniliyor. Eğitimi buradan yola çıkarak en kapsamlı telifin imkanlarını ortaya koyabiliriz.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu